İslam Tanıtım Merkezleri ve Sorumluluk Bilinci (324)
Bazı kimseler Kur’ân’ı çok iyi bildiklerini iddia ederler. Fakat
kendilerine Kur’ân’dan muhtelif âyetler hatırlatıldığında sanki onları hiç
duymamış gibi davranır, ne yapacaklarını bilemez, önce inkâr eder, sonrasında
ise gerçekleri kabullenmek zorunda kalırlar. Bunlar yine de iyi kimselerdir;
çünkü inatlaşmamış, düşünmüş ve hakkı geç de olsa kabul etmişlerdir.
Ancak bazı sözde âlimler de vardır ki, bunlar gerçeklerle aralarına duvar
örmüşlerdir. Onlara âyetler gösterilse, deliller sunulsa, ağızla kuş tutulsa
yine de değişen bir şey olmaz. Çünkü bunların gerçeğe ulaşmak gibi bir dertleri
yoktur. Günü kurtarma ve durumu idare etme telaşındadırlar. Gerçeklerle
yüzleşmek onlara zor gelir; inatla ve ısrarla üç maymunu oynamaya devam
ederler. Bazen çaresizlik içinde ve de büyük bir duyarsızlıkla “Bırak o
âyeti canım!” bile diyebilirler.
Dolayısıyla her hoca geçineni “hoca kabul etmemek ve sözde âlimlere/çakma
ilahiyatçılara karşı dikkatli ve uyanık olmak” gerekir.
“Serçeden başka kuş, çamdan başka ağaç bilmeyen” süfehaya itibar edip
onların peşlerinden gidenler hiçbir zaman gerçeğe ulaşamamışlardır ve bundan
sonra da kesinlikle ulaşmaları mümkün değildir. Bu ifadelerimiz bir varsayım
değil, uzun deneyimler sonucu oluşan bir tecrübenin dışa vurumudur/yansımasıdır.
Bu girişten sonra “Kur’an ile öğüt ver!”[1] emrinin de bir
gereği olarak Tevbe Sûresi’nin 6. âyetini mü’minlere hatırlatmak ve onları
sorumluluğa davet etmek istiyoruz. Âyeti birlikte okuyalım.
“Eğer Allah’a ortak koşanlardan (sahte
ilahlara kutsallıklar yakıştıranlardan) biri senden can güvenliği isterse
(sığınma talebinde bulunursa) kendisine can güvenliği sağla ki, (İslam
beldesinde kalma fırsatını yakalayarak) Allah'ın kelamını işitebilsin (Kur'an'ı
bütün yönleriyle tefekkür edebilsin). Sonra (Yüce Allah’ın varlığının ve
birliğinin delillerini ona en güzel metotla/temsille sunmana rağmen hâlâ
İslâm’ı seçmezse de) onu güven içinde olacağı yere ulaştır (geldiği yere
emniyet içinde tekrar dönmesini sağla). Bu (böyle bir tavır sergilemenin
nedeni), onların (İslâm’ı) bilmedikleri için (gerçeklerden uzak olmaları
sebebiyle şirke bulaşan) kimselerden olmaları ihtimalinden dolayıdır.”[2]
Görüldüğü üzere Tevbe Sûresi’nin 6. âyeti, müşriklerden/kâfirlerden vs.
herhangi birinin müslümanların yaşadığı bir ülkeye gelmesi halinde ona can
güvenliği sağlanmasını, bu şahsın Yüce Allah’ı hakkıyla tanıyamadığı için şirke/küfre
düşmüş olabileceğini, Allah’ın kelamı Kur’ân’ı dinlemesine, düşünmesine ve
davet edilen şeyin hakikatini kavramasına imkân tanınmasını, bütün bunlara
rağmen İslâm’ı kabul etmemesi halinde ise geldiği ülkeye güven içinde
döndürülmesini emretmektedir.
Dolayısıyla sadece bu âyet bile çok kültürlü yaşam konusunda müslümanlara
önemli mesajlar vermekte, güvenilen ve sığınılan emin insanlar olmalarını,
tebliğe, tebyine, tavzihe ve temsile devam etmelerini, inanmayan insanların da
hak ve hukuklarını gözetmelerini, onlara müsamahalı davranmalarını, bir anda
kestirip atmamalarını, sahih ve güvenilir dinî bilgilerle onları ikna etmeye
çalışmalarını emretmektedir.
Kanaatimizce bu âyete dayanarak şunu söyleyebiliriz: Müşrik, ateist,
desit, agnostik, nihilist vb. insanların “ortak insanlık ve eşit vatandaşlık
temelinde” saygı ve güvene dayalı bir şekilde müslümanlarla bir arada
yaşamalarında herhangi bir sakınca yoktur.
Diğer taraftan bu âyetin tüm mü’minlere “İslam Tanıtım Merkezleri kurma”
ve bunları en güzel şekilde kurumsallaştırıp ilanihaye devam ettirme görevi
yüklediği de söylenebilir.
Çünkü Yüce Allah, kendisine şirk koşulmasını en büyük zulüm olarak
görmektedir. Dolayısıyla tüm dünyada O’na şirk koşulurken müslümanların tembel
tembel oturmaları ve birbirleriyle didişmeleri doğru olmadığı gibi Yüce
Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran bu kimselerin cehalet ve karanlıklar
içinde bocalamalarına da kayıtsız/sessiz/suskun kalmaya asla ama asla hakları
yoktur.
Öte yandan bu görev yapılırken sergilenmesi gereken güzel üslupla ilgili
Kur’ân’ın şu uyarısına da kulak verilmelidir:
“(Ey Muhammed! Bütün insanlığı) Rabb’inin
yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et
(en inandırıcı ve ikna edici yöntemlerle tartış, delillerini/tezlerini ortaya
koy!) Şüphesiz senin Rabb’in kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru
yolda olanları da en iyi bilendir.”[3]
Bütün bu âyetler, mü’minlere gayr-i müslimleri İslâm’a davet etme görevi
yüklemektedir. Pasaportunu alarak İslam beldelerine turist olarak gelen ve
kendi dilinde İslam’ı anlatacak kişiler arayan gayr-i müslimleri “İslam Tanıtım
Merkezlerinde” misafir etmek ve onlara İslam’ı tebliğ etmek bu âyetleri ciddiye
almaktır.
Bu itibarla, gönüllü olarak gelip İslam hakkında bilgi sahibi olmak
isteyenlere en az bir ay süreyle böyle eğitim merkezlerde her türlü maddî ve
manevî imkânı sunmak ve bu misafirleri en güzel şekilde ağırlamak gerekir.
Böyle yapmamak görevi ihmaldir.
Görüldüğü üzere mü’minlerin yapacakları çok önemli işler vardır.
Birbirleriyle uğraşmayı, bölünüp parçalanmayı, tefrikaya düşmeyi, mezhepçiliği,
tarikatçılığı, cemaatçiliği, hizipçiliği, egemen devletlerin kuklası olmayı,
basit çıkar hesapları uğruna din kardeşlerinin ayağını kaydırmayı ve
dünyevileşmeyi terk etmeleri gerekir.
Çünkü tüm dünyaya örnek olacak güzel davranışlar sergilemeyen mü’minlerin
ahirette büyük bir veballe karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdır. Zira müslüman olmak, sorumluluk almaktır.
Kaldı ki Kur’ân, bütün mü’minlere tüm dünyaya örnek/tanık/model/rehber/kılavuz
olma görevi yüklemiştir. Âyetleri birlikte okuyalım.
“Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve
örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta
(dengeli ve ölçülü, insan fıtratına uygun davranan, gerçekçi ve makul, merkezi)
bir ümmet yaptık...”[4]
“Ve gün gelecek her toplum içinden kendi
aleyhlerine bir şahit/tanık çıkaracağız. Ve seni de (ey Peygamber, mesajının
ulaşabileceği) kimseler
üzerinde şahit/tanık kıldık; nitekim sana adım adım her şeyi olduğu gibi
açıklayan, bir doğru yol bilgisi,
bir rahmet ve Allah'a yürekten boyun eğenlere müjde olarak bu ilahî kelâmı
indirdik.”[5]
“Ve Allah'ın dâvâsı için, O'nun yolunda
gösterilmesi gereken en zorlu, en üstün çabalara girişin! [mesajına muhatap ve
taşıyıcı olarak] sizi seçen ve din konusunda üzerinize bir zorluk, bir
güçlük yüklemeyen O'dur: [ve
size] atanız İbrahim'in inancını [izlemeyi öneren de O]. Elçi'nin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanlığın önünde gerçeğe
tanık/örnek/model olmanız için geçmiş çağlarda da, bu ilahî mesajda da,
sizi “müslümanlar/kendilerini yürekten Allah’a teslim edenler” diye
isimlendiren O'dur. Öyleyse, salâtta devamlı ve duyarlı olun, arınmak için
verilmesi gerekeni verin ve Allah'a sımsıkı bağlanın. Sizin gerçek Efendiniz
O'dur; ne üstün, ne yüce Efendi; ne üstün, ne yüce Yardımcı!”[6]
Sonuç olarak, mü’minler “İslam Tanıtım Merkezleri” kurmak, buraları
kurumsallaştırmak ve en güzel şekilde çalıştırmak zorundadır. Tüm dünya
dillerinde faaliyet gösterecek böyle “İslam Tanıtım Merkezlerine” sahip
olmayan, buraları kaliteli İslâm âlimleriyle doldurmayan, boş şeylerle
ömürlerini tüketen, birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşgul olan mü’minlerin
“sadece beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle vs.”
sorumluluklarından kurtulacaklarını zannetmeleri, Kur’ân’ın mezkûr âyetine
aykırıdır. Bu durum, kendisine hatırlatıldığı halde hâlâ hatasında ısrar eden
ise Kur’ân âyetleri üzerinde düşünmeyen, Kur’ân’ı rafa kaldıran, sonra da
müslüman olduğunu iddia eden bir zavallıdır. (03.04.2015).
Yorumlar
Yorum Gönder