İnsanları Kaybetmek Değil Kazanmak Lazım! (332)
Dünyevîleşmenin, küreselleşmenin, sosyo-kültürel değişimlerin ve çok
kültürlülüğün olanca hızıyla yaşandığı günümüzde insanları küstürerek
kaybetmeye değil gönüllerini fethetmeye ve kalplerini İslam ile buluşturmaya
ihtiyaç vardır.
Her toplumda bireylerin büyük hatalar yaparak insanlıktan uzaklaşmaları
mümkün olmakla birlikte, toplumların bir bütün olarak insanlıktan çıkmaları söz
konusu değildir. Zira her toplumda sayıları az da olsa sağduyu sahibi iyi
insanlar vardır. Bunlar insanlık dışı eylemler karşısında sessiz kalmaz,
tepkilerini bir şekilde ortaya koyar ve tavırlarını belli ederler.
Nitekim bütün peygamberler de bu tür sağduyu sahibi insanları ikna etmeyi
başarmış, onları yanlarına alarak mücadele etmiş, tüm uyarılar işe
yaramadığında ise azabı hak eden o beldeden hicret etmişlerdir.
Görüldüğü üzere her toplumda gönülleri fethedilecek insanlar vardır ve
kıyamete kadar da olacaktır. Bu itibarla, bazı olumlu vasıflarından hareketle
“suçlu ve günahkârların” da yeniden topluma kazandırılması ve ikna edilmeleri
söz konusu olabilir.
Çünkü tıp doktorları hastalıklarla mücadele eder ama hastaya düşman olmaz;
sadece onu tedavi etmek isterler.
Güvenlik güçleri ve hukukçular suçla ve suçlularla mücadele eder ama
suçluya düşman olmaz; sadece suçlunun hak ettiği cezayı almasını sağlarlar.
Benzer şekilde din adamları da şirk, isyan, küfür, nifak ve fısk ile
mücadele eder ama İslâm’a ve müslümanlara
savaş açmadığı sürece “müşrike, kâfire, ateiste, teiste, nihiliste, sataniste,
münafığa vs” kızmazlar. Doğru bilgilendirme yaparak onların veya
çocuklarının gönüllerini kazanmaya çalışırlar. Bu bakımdan sürekli teyakkuz
halinde olmayan ve dini doğru tanıtmak için çabalamayan bir ilahiyatçı/din
adamı ciddi manevî vebal altındadır.
Dolayısıyla insanları küstürmeden, kırmadan sağlam ve güvenilir dinî
bilgilerle ikna etmeye çalışmak gerekir.
Bunu söylerken elbette suçluların hak ettikleri cezaya çarptırılmaları
gerektiğini de savunuyoruz. Çünkü bu
satırların yazarının zalimleri, kiralık katilleri, uyuşturucu baronlarını,
beyaz kadın tacirlerini, çeteleri, hırsızları, mafyayı, tefecileri, bozgunculuk
çıkartanları, sahte şeyhleri, sahte hocaları, ellerindeki medya gücüyle İslam’a
saldıranları sevmesi, hoş görmesi veya onaylaması asla söz konusu değildir.
Nitekim kendi süflî çıkarları için büyük kitlelerin haklarını gasp
edenleri, toplum yararına işlerden uzaklaşanları, fitne ve fesat çıkartanları, mü’minlere
hile ve tuzaklar kuranları nasıl Yüce Allah ve Hz. Peygamber sevmiyorsa bizim
de sevmemiz mümkün değildir.
Çünkü bu tipler, İslam düşmanlığı yapmakta, nefislerini ilah edinmekte ve
günahtan dönme iradesi sergilememektedir. Dolayısıyla bunların gönüllerini kazanmaya çalışmakla beraber İslâm’a
düşmanlık edenlerle de en etkili şekilde mücadele edilmesi şarttır. Çünkü
baskı, zulüm, anarşi, fitne, kaos, kargaşa, şirk, isyan ve fıskın hakim olduğu
zamanlarda bir mü’minin tembel tembel oturması düşünülemez. Erdemli bir mü’min bir işi bitirince diğerine
koyulur ve “dinini, canını, malını, aklını ve neslini korumak” zorunda olduğunu
bilir.
Sonuç olarak, din adamları şirk, isyan, küfür ve nifakla mücadele etmek
zorundadır. Onlar, İslâm’a ve müslümanlara savaş açmadığı sürece “müşrike,
kâfire, ateiste, teiste, agnostiğe, nihiliste, münafığa vs.” kızmakla meşgul
olmak yerine “doğru ve güvenilir
bilgilerle, ikna yöntemiyle” onların gönüllerine girmeye çalışır, düşünmelerini
ve ibret almalarını sağlarlar. Böyle yapmayarak sadece kendi kendine
söylenen, hiçbir olumlu girişimde bulunmadığı ve müslüman olmanın
sorumluluklarını yerine getirmediği halde kendisinin cennetlik olduğunu
zanneden, kendisi dışındaki herkesi cehenneme dolduran ve haklı uyarılara kulak
tıkayan bir din adamının yanlış yolda olduğu açıktır. Böyle birinin utanmadan
ve yüzü kızarmadan hak etmediği halde Yüce Allah’tan af, mağfiret ve rahmet
talebinde bulunması bir züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Çünkü
Allah Teâlâ, rahmetinin muhsinlerle (Yüce Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk
eden ve yaptığı işi mükemmel yapanlarla) beraber olacağını söylemektedir.[1] Dolayısıyla
muhsin olmayı hak etmeden “rahmet beklentisi içine girmek”, kendi kendini
aldatmaktan başka bir şey değildir. İşte söylemeye çalıştığımız da tam budur!
(29.05.2015)
Yorumlar
Yorum Gönder