Evlilik Kader midir? I (361)

 

İnsanların en çok merak ettiği ve sorduğu soruların başında “evliliğin kader olup olmadığı” konusu gelmektedir. Yani bir kişinin evleneceği kimse alnına ezelde yazılmış mıdır, yazılmamış mıdır? Bu konuda insana seçme hürriyeti verilmiş midir, verilmemiş midir? Evlenmek bir “nasip, kısmet, kader veya şans” işi midir? Hiç evlenmeyenlerin kaderlerinde “evlenmemeleri yazılı olduğu için mi” onlar evlenmemişlerdir?

Bu ve benzeri soruların cevaplarını vermeye geçmeden evvel “insanların irade hürriyetlerinin olduğu ve özgür tercihlerinden dolayı sorumlu tutulacakları” konusunu biraz açıklamamız gerekir.

Yüce Allah, hayatı ve ölümü yaratmış, insanlara irade hürriyeti vermiş, kimin en güzel davranışlarda bulunacağını belirlemek amacıyla da imtihan edeceğini haber vermiştir.[1] Dolayısıyla herkes yapıp ettiklerinden sorumludur. Çünkü insanları özgür iradeleriyle seçip yapmadıkları, tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları fiillerden/eylemlerden dolayı sorumlu tutup cezalandırmak ya da onları özgürce seçip yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak hem adalete hem hikmete hem de akla aykırıdır ve bu zulümdür. Yüce Allah’ın böyle bir adaletsizlik yapması ise söz konusu değildir. Bu nedenledir ki adaletinden ve hikmetinden kuşku duyulmayacak Allah Teâlâ, insanları sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce seçip yapmaya elverişli bir “akıl ve irade yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye yetecek bir “kudretle” donatmıştır.[2]

Hakîm olan Allah, bir işi ancak hayırlı/iyi/faydalı bir gaye/amaç için yaratır. Gayesiz yapılan iş boş ve anlamsızdır. Yüce Allah’ın yarattığı her şeyin belli bir gayesi, amacı, maksadı ve anlamı vardır; o yüzden de hikmetlidir. Yüce Allah kendisi için gaye gütmez; zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O’nun işlerinin gayesi “insanların iyiliğidir.” Yüce Allah adaletlidir ve kimseye zulmetmez. Kullarından hak edenin cennete girmesini ister. Bu nedenle de Yüce Allah insanlara kitap ve peygamber göndermiş, akıl ve irade hürriyeti bahşetmiştir.

Bu bakımdan irade hürriyeti verilen insanların bu özgürlüklerini görmezlikten gelerek yaptıkları bütün işleri “Yüce Allah’ın irade ve kudretine havale etmeleri” doğru değildir. Zira o takdirde insanların yaptıkları kötü ve çirkin fiillerin sorumlusu Yüce Allah olur. Oysa Yüce Allah kusursuz ve mükemmeldir. Dolayısıyla kulun iradesi yok sayılır ve fiillerini Yüce Allah’ın iradesiyle gerçekleştirdiği iddia edilirse o zaman Yüce Allah’ın kusursuzluğundan söz edilemez ve O’nun ahlâkî mükemmelliği ihlal edilmiş olur. Oysa kullar, kendi yaptıkları iyi ya da kötü fiillerin sorumlusudur.[3] Onlar istedikleri için Yüce Allah hayrı ve şerri yaratmış ve yaratmaktadır. Bu nedenle de zerre miktarı iyilik ya da kötülüğün sevabı yahut cezası vardır.[4] Zira insanoğluna ancak çalışmasının karşılığı verilecektir.[5]

Aynı şekilde kulların fiilleri eğer Yüce Allah’ın takdiri ve iradesi sonucu şekilleniyorsa o zaman “hiçbir seçme hürriyeti olmayan insanlara” peygamber ve kitap göndermenin, onları imtihan etmenin, dinî ve ahlâkî vazifelerle yükümlü tutmanın, mükâfat ve ceza vaat etmenin de hiçbir anlamı kalmaz. Dolayısıyla Yüce Allah kullarını özgür bırakmış ve özgürlüklerini iyi yönde kullanabilmeleri için onlara “akıl nimeti” bahşetmiştir. Doğru işletilen bir akıl sahibini doğruya götürür. Akl-ı selim ile düşünen insanlar bir tablonun mükemmelliği hakkında farklı hükümler verebilir; ancak “hırsızlık, cinayet, yalan, zulüm vb.” konularda aynı kanaati paylaşmak zorundadır. Dolayısıyla dinî ve ahlâkî değerler konusundaki farklı kanaatler, bu değerlerin izafiliğinden değil insanların bilgi eksikliği başta olmak üzere diğer başka tali sebeplerden kaynaklanır. Bu nedenle bir insanın kendi iradesiyle yaptıkları nedeniyle Yüce Allah’ı sorumlu tutması ve kabahati O’nun irade ve kudretine havale etmesi son derece yanlıştır. Bu, Yüce Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır; aklı başında bir insanın böyle bir iddiada/iftirada bulunmaya hakkı ve yetkisi yoktur.

Çünkü Yüce Allah, Kur’ân’da insanları imtihan edeceğini haber vermiş, sınav esnasında kişinin davranışlarının/karakterinin/gidişatının kaderinin şekillenmesinde büyük oranda belirleyici olacağını ise şöyle beyan etmiştir:

“Biz her insanın kaderini boynuna dolamışızdır (kendi çabasına bağlamışızdır);  öyle ki, kıyamet günü onun önüne her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir sicil (amel defteri) çıkaracağız. [Ve o Gün ona:] “(Şimdi) oku sicilini! (seyret/izle yaptıklarını!)” [denecek,] “(çünkü) bugün kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın! Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca Biz [kendilerine] bir elçi (uyarıcı) göndermeden [yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma] azap etmeyiz.”[6]

Görüldüğü üzere bu âyetler, her insanın kaderinin kendi çabasına/gayretine/niyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka âyette ise; “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi sadece) O'ndan isterler. O, (bütün bunları hayata geçirmek için) her an yeni bir ilâhî tasarruftadır (her an yeni bir yaratmadadır)”[7] buyurularak insanın kaderinin tercihlerine, isteklerine, arzularına göre Yüce Allah tarafından an be an yaratıldığını/alnına an be an yazıldığını haber vermektedir. Ancak bu yaratma, kesinlikle insanın iradesi, tercihleri ve seçimleri hususunda bir “belirleme” olarak algılanmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, küllî ve ezelî bilgisiyle zaten her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır. Dolayısıyla O’nun ilâh olması, yaratmış olduğu mahlukât hakkında “ezelî olarak bilgi sahibi olmasını” zaten zorunlu kılar. Bu nedenle günümüz insanının kader felsefesine ters olarak Yüce Allah, insanların irade ve tercihlerinden sonra bilgi sahibi olmaz; şayet öyle olduğu iddia edilirse bu, Allah Teâlâ’nın bilgisinde eksikliğe ve sonuçta da hesabın (âhiretin) anlamsızlığına sebebiyet verir.

Bu nedenledir ki insanoğlu yaptıklarından ve aldığı kararlardan dolayı sorumludur; çünkü “kaderini” büyük oranda kendisi belirlemektedir. Zira Yüce Allah, “insanlara mühlet verdiğini/zaman tanıdığını”,[8] “kendisini zikredenleri/ananları zikredeceğini/anacağını”,[9] “unutanları unutacağını/umursamayacağını”,[10] “dinine yardım edenlere yardım edeceğini”,[11] “sorumluluk sahibi olanların işlerini düzelteceğini”,[12] “şükredenlere nimetini artıracağını”,[13] “kendi hâlini değiştirmeyenlerin hâlini değiştirmeyeceğini” haber vermektedir.[14]

Dolayısıyla Yüce Allah’ın ezelî ilmi bir yana, insanoğlu için eylemleri bakımından “alına yazılmış bitmiş bir kader” söz konusu değildir; insanın kaderi yapıp ettiklerine göre an be an yazılmaya devam etmekte; niyetine/samimiyetine/gayretine/çabasına/karakterine göre saniye saniye şekillenmektedir. Zaten böyle olmasaydı insanları imtihan etmenin, onlardan gidişatlarını kontrol etmelerini istemenin, yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi “şartlı hüküm cümleleri kurmanın”, başkalarına iyilik etmenin, onlardan hayır dua etmelerini beklemenin, tövbenin, duanın,[15] ibadetin vs. bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle “yanlış bir kader anlayışı” ile hareket ederek “evliliğin kader olduğunu” söylemek ve bütün “suçu Yüce Allah’a yüklemek” kesinlikle doğru değildir. Böyle yapanlar büyük bir vebali üstlenmişlerdir.

Ancak Kur’ân’daki tüm bu bilgilere rağmen hâlâ “kader” konusunu âyetlere değil de uydurma rivayetlere bakarak anlamaya çalışan sahte hoca/sahte şeyh/sahte melle/sözde akademisyen/sahte dede/sahte baba/sahte ahunt vs. din anlatıcılarının yukarıdaki sorulara ikna edici cevaplar vermedikleri ve sağlıklı düşünmeyen insanları “kaderciliğe” sürükledikleri ayrı bir gerçektir. Maalesef bu durum asırlardır böyle devam etmektedir ve birilerinin bu yanlışa artık “dur” demesi gerekmektedir.

“Senin evleneceğin kişi zaten alnına yazılmış, bunu değiştiremezsin, bu senin kaderin. Bu konuda senin hiçbir tercih hakkın yok!” gibi söylemlerle ve yanlış bilgilerle insanları yanıltmak, onların irade hürriyetlerini ellerinden almak ve sorumluluklarından kaçmalarına sebep olmak doğru değildir; kaldı ki böyle yapmak büyük bir vebaldir.

Çünkü bu ve benzeri yanlış bilgilendirmelerden/şartlandırmalardan dolayı insanların büyük çoğunluğu “yanlış bir kader anlayışıyla” hareket etmekte ve yaptıkları haksızlıklar/yanlışlar/tedbirsizlikler sonucu başlarına gelen musibetlerin sorumlusunu “kader” olarak görmekte ve tamamıyla kaderi suçlamaktadır. Oysa onların “bu kelime” ile kast ettikleri “Yüce Allah’tan” başkası değildir. Dolayısıyla bu duruma sebebiyet verenler ile onlara aldanarak sorumluluktan kaçanlar “bütün suçu Yüce Allah’a yükleyerek” devasa bir zulüm, korkunç bir nankörlük, büyük bir vicdansızlık, akıl almaz bir kadir bilmezlik yapmakta, sorumsuzca ve küstahça hadlerini aşmaktadır.

Bu bakımdan “kader”i yanlış anlayan ve anlatan söz konusu zihniyet mensupları şu gerçeği artık fark etmek zorundadır: İnsanların kendi kusurları nedeniyle başlarına gelen felaketlerin sorumlusu “kader”leri değil, o felaket anına kadar sergiledikleri tutum ve davranışları, yapmaları gerekirken yapmadıklarıdır. Zira kaderleri onların gidişatlarına göre şekillenmiştir. Nitekim Yüce Allah, bir toplum kendi halini değiştirmedikçe onların halini değiştirmeyeceğini haber vermektedir.[16] Dolayısıyla “kader” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a havale etmek son derece sakattır/yanlıştır/saçmadır/zırvalamaktır.

Çünkü insanın başına gelen felaketlerin “büyük bir kısmında” kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin, samimiyetinin, yapması gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken yaptıklarının, kulluk bilincinin seviyesinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu ve geliştirdiği alışkanlık, karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Nitekim Yüce Allah; “De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre hareket eder. Rabbiniz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir”[17] buyurarak bu şâkileyi/karakteri/anlayışı/zihniyeti/seciyeyi/cibilliyeti oluşturanın kişinin kendi davranışları ve beslendiği kaynaklar olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla kişinin kaderini “büyük oranda” belirleyen kendi inançlarıdır; eylem ve söylemleridir; zihinsel tavrıdır; tasavvurlarıdır; sahip olduğu değerlerdir; birlikte olduğu insanlardan etkilenerek aldığı kararlardır; geliştirdiği ve sürdürdüğü hayat tarzıdır; vazgeçemediği ve bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır; meşrebidir; hayata bakışıdır vs…

Yani bir mü’min, Yüce Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanır, O’nun emirlerine uygun yaşamaya çalışır, son elçiyi kendine örnek alır ve İslâm’ın ilkelerini hayatının merkezine yerleştirirse “mü’min karakterine” göre davranmış olur.

Bir müşrik, imanına şirk bulaştırır, kendisine sahte kutsal varlıklar üretir ve bunlara tapınırsa “müşrik karakterine” göre hareket etmiş olur.

Bir kâfir, küfrü, inkârı, isyanı ve nankörlüğü hayat tarzı haline getirirse “kâfir karakterine” göre davranmış olur.

Bir münafık, nifakı, ikiyüzlülüğü, yalanı, emanete hıyaneti, sözünden dönmeyi, yağmacılığı tabiatı haline getirirse “münafık karakterine” göre hareket etmiş olur.

Bir fâsık, günaha dalar, tövbeye yanaşmaz ve fıskı/fesadı/fücuru/açgözlülüğü yaşam tarzı edinirse “fâsık karakterine” göre davranmış olur.

Bir mücrim, suç işlemeyi ve bunda ısrar etmeyi alışkanlık haline getirirse “mücrim karakterine” göre davranmış olur.

Bir zâlim, zulmü ve bozgunculuğu normal görür, çıkarları için adaletten ayrılır ve bunu bir yaşam tarzı haline getirirse “zalim karakterine” göre hareket etmiş olur.

Dolayısıyla herkes kendi inanç ve karakterine uygun davranışlar ortaya koyar ve yaptıklarından sorumlu olur. Yani; bir mü’min, Kur’ân ve sünneti rehber edinir, ilkeli bir hayat yaşar, içindeki şeytanî sesi etkisiz hâle getirir, “iyi bir karakter geliştirirse” cenneti hak eder. Ancak diğerleri ise, içlerindeki şeytani sesin ilginç öneri ve tekliflerine kanar, dost sandığı sinsi ayartıcıların peşinden gider, “kötü bir karakter geliştirirse” cenneti kaybeder, cehennemi boylar ve sadece kendine yazık eder. Zira bu sonu kendisi hazırlamıştır.

Şimdi bazı örnekler vererek konumuzu daha anlaşılır kılmaya ve yukarıdaki soruların cevaplarını vermeye/bulmaya çalışalım.

Mesela Yüce Allah’a bütün kalbiyle inanan, ahlaklı, ilkeli, erdemli ve dürüst bir erkek evlenmeyi ister, bütün sebeplere sarılır, iyi niyetle bu konuda ciddi emek sarf eder, sonrasında da Yüce Allah’tan hayırlısını talep eder ve sabrederse, günün birinde hiç umulmadık ve beklenmedik bir anda/bir yerde/bir ortamda kendisiyle aynı zihniyete sahip imanlı ve ahlaklı bir kızla karşılaşabilir, ona âşık olabilir ve Yüce Allah’ın izniyle onunla evlenip mutlu bir yuva kurabibilir. Görüldüğü üzere her iki genç de evleninceye kadar Kitap ve sünnet ışığında ilkeli, dürüst ve onurlu bir hayat yaşamış, sabırla beklemiş, zinaya bulaşmadan tertemiz kalmayı başarmış, evlenecekleri adaya kendisini saklamış ve sonunda da muratlarına ermişlerdir. Bütün bunlar tesadüfen gelişmemiştir. Onların her ikisinin de gidişatlarını çok iyi bilen Yüce Allah gösterdikleri azme, kararlılığa ve samimiyete bakmış ve her ikisini birbirine yazmıştır. Yani birbirleriyle evlenmelerine imkân sağlamış, bu da onların kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderlerini şekillendiren öncelikle bu iki gencin kendileri olmuş, Yüce Allah da onların istekleri/beklentileri/duaları doğrultusunda bunu yaratmıştır. Çünkü “kul kesb eder, Allah da halk eder.” Yani; kul gayret eder/çalışır/emek sarf eder, Yüce Allah da yaratır.

Bu bakımdan kaderlerinin böyle güzel şekillenmesini isteyen her çağdaki mü’min erkek ve kadınların “böyle bir hayat tarzını” benimsemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah adalet ve hikmetinin gereği olarak kullarının çabalarını karşılıksız bırakmaz; dürüst ve erdemli kullarını “kendileri gibi hayırlı ve iffetli eşlerle” ödüllendirir; onları en uygun zamanda, en uygun eşle karşılaştırır; onların kaderlerini an be an şekillendirir; hak ettikleri denklerini bulmalarını sağlar. Görüldüğü üzere kaderin şekillenmesinde belirleyici olan kulların “irade ve inançları”, buna uygun geliştirdikleri “sürekli ve bilinçli yaşam tarzlarıdır.” Eğer “Evlilik kaderdir” diyenler böyle bir kader anlayışını savunuyorlarsa buna denilecek bir şey olamaz.

Ancak onlar, insanın irade-i cüziyyesini yok sayarak “daha anne karnında iken ömrü boyunca başına geleceklerin, şakî (kötü/bedhah) mi yoksa saîd (iyi/mutlu) mi olacağının yazıldığı”, “Berat kandili gecesi başına gelecek bir yıllık şeylerin yazıldığı” tarzında “toptancı bir kader anlayışını” benimsiyor ve “Yüce Allah’ın saniye saniye/an be an her şeyi yaratmaya devam ettiği gerçeğini” görmek istemiyorlarsa bizim bu tür sakat düşüncelere katılmamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Zira böyle bir anlayış yukarıda verilen Kur’ân’ın temel prensiplere tamamen terstir ve imtihan edilmenin mantığını da kesinlikle aykırıdır. Çünkü her şey belirlenmiş, senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları imtihan etmenin de hiçbir anlamı kalmamıştır. (23.12.2015)

 



[1] el-Mülk 67/2.

[2] Eş’arî, Makâlât, s. 229-231; Kâdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, I, 177-178; Şehristânî, el-Milel, I, 45; Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, nşr. A. Guillaume, London 1934, s. 397-398.

[3] el-Bakara 2/286; e-Fussilet 41/46.

[4] ez-Zilzâl 99/7-8; el-Enbiyâ 21/47.

[5] en-Necm 53/39-42.

[6] el-İsrâ 17/13-15.

[7] er-Rahman 55/29.

[8] en-Nahl 16/61; el-Fâtır 35/45.

[9] el-Bakara 2/152.

[10] et-Tevbe 9/67.

[11] Muhammed 47/7.

[12] el-Ahzab 33/70-71.

[13] İbrahim 14/7.

[14] er-Ra’d 13/11; el-Enfâl 8/53.

[15] el-Furkân 25/77

[16] er-Ra’d 13/11; el-Enfal 8/53.

[17] el-İsrâ 17/84.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur!

Evlilik Kader midir? II (362)

Uydurma Rivâyetler ve Mehmet Akif Ersoy’un Uyarısı (236)