Ey İnsan! Muskacıya Değil, Rabbine Dön! (240)
Her şeyden evvel şunu ifade edelim ki, insanın içindeki şeytânî sesi
aktif hale getiren, maddî ve manevî hastalıklara yakalanmasına sebep olan yine
insanın bizzat kendisidir. İrade zayıflığı, ümitsizlik hali, ne yapacağını
bilemeyiş, kararsızlık, şüphe ve tereddütlerdir. İçindeki Rahmanî sese/bozulmamış
temiz vicdanının sesine/melekânî sese kulak vermeyiştir. Bunun yerine içindeki
şeytânî sesin ilginç öneri ve tekliflerine kanmasıdır, onun vesveselerinden
etkilenmesidir, ona teslim olmasıdır. Oysa şeytana teslim olmak insana
kaybettirir. İçindeki şeytânî sesin tavsiyelerine harfiyen uyan ve onu etkisiz
hale getirmeyen zararlı çıkar.[1]
Bu itibarla doktorların da ifade ettiği üzere psikosomatik hastalık,
beden üzerinde de etkisini gösteren zihin kaynaklı bir hastalıktır. Bu
rahatsızlık, “güvenme ve inanma hissini kaybeden insanlarda” görülür. Bu
hastalığı insanın kendi beyni üretir. Nitekim bir bilgisayar virüsü nasıl
mekanik kısma zarar vermiyor, ama programları çökertip onu işleyemez hale
getiriyorsa, zihinsel zafiyetlere neden olan her türlü zararlı inanç, fikir,
düşünce ve kanaat de insanı yavaş yavaş çökertir.
Çünkü her insanın beyni, hem iç hem de dış etkilere açıktır. İnsandaki
aşırı heyecan, aşırı korku, aşırı hüzün veya aşırı sevinç hâli beyin
programının değişmesine neden olabilir. İnsan, bütün bunların nasıl ve niçin
meydana geldiğini tam olarak bilemediği için yaşadığı bu durumu görünmez
varlıklara/cinlere, şeytanlara veya perilere bağlar. Bozuk ruh haliyle yaşamaya
devam eder.
Ancak bu hastalığın çaresi yine
insanın kendi elindedir. İyileşmek istiyorsa yapması gereken sadece ilaç
tedavisi değil, aynı zamanda Yüce Allah’a yöneliştir.
Nitekim sağlam ve sarsılmaz imana sahip olan sağlıklı bir zihin böyle
olumsuz düşünce ve fikirlerle baş edebilir. Çünkü böyle birinin “tahkikî imanı
ve sağlam tevekkülü”, onun akıl ve ruh sağlığı için “anti-virüs programı” gibidir.
Onu her türlü zararlı etkilerden, iç ve dış düşmanlardan korur. Kur’ân’ın da
ifade ettiği üzere Yüce Allah dilemedikçe kimsenin ona zarar vermesi mümkün
olmaz. Ayetleri birlikte okuyalım.
“Allah sana bir zarar verirse, onu O'ndan
başkası gideremez; eğer sana bir iyilik de verirse, şüphesiz O, her şeye gücü
yetendir.”[2]
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu
yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer Allah sana bir hayır dilerse, O'nun
lütfunu geri çevirecek de yoktur. O, lütfunu kullarından dileyene (Allah’ın
fazlını, lütfunu ve rahmetini daima dualarında isteyene, bunu hak etmek için
Allah’ın emrettiklerini eksiksiz yapana) ulaştırır. O, affedicidir; merhamet
sahibidir.”[3]
Görüldüğü üzere Yüce Allah’a tam anlamıyla inanan ve teslim olan kadın ya
da erkek güvende olur. Böylesine yürekten inanan biri Yüce Allah’a tam
anlamıyla tevekkül ederse hiçbir görünür (kâfir, münafık, müşrik, ateist,
deist, agnostik, nihilist, vs.) veya görünmeyen içindeki şeytan (şeytânî ses) ona
zarar veremez. Tersi olduğunda ise insan kendi manevî çöküşünü kendisi hazırlar,
tedaviyi, türbe, yatır, muskacı, cinci, üfürükçü, falcı, medyum veya astrologlarda
arar.
Oysa yapması gereken bu yerlere ya da o sahtekârlara gitmek değildir. Tam
tersine bu hastalıktan kurtulmak için Allah Teâlâ ile iletişimini
sağlamlaştırmasıdır. O’na tam anlamıyla teslimiyetidir. Bütün benliğiyle O’na
imandır. O’nun emir ve nehiylerine uymaktır. Sadece O’ndan istemektir. O’na
kulluğu eksiksiz yapmaya çalışmaktır. O’ndan geldiğine ve yine O’na döneceğine
kayıtsız, şartsız, şeksiz ve şüphesiz imandır.
Nitekim
bütün vesveselerin kaynağı, imanı pamuk ipliğine bağlı olan ya da yakîn (kesin)
olarak inanmamış bir insanın içindeki şeytanî sese veya şeytanlaşmış insanlara kulak
vermesidir. Bu vesveselerin etkisiyle ürettiği bozuk/sakat düşüncelere teslim
olmasıdır.
Oysa
zihne çok önceden kurulmuş “sağlam ve güvenilir bir anti-virüs programı” olsaydı
insanı etkisi altına alması muhtemel her türlü vesvese, zararlı ve kötü düşünce
daha en başta bertaraf edilebilirdi. Dolayısıyla anti-virüs programını aktif
hale getirmeyen birinin başkalarını suçlamaya hakkı yoktur. Suçu kadere yükleme
kolaycılığına kapılması da sadece züğürt tesellisidir. Zira bu kötü sonu çok
önceden bilerek ve isteyerek kendisi hazırlamıştır. Dönüp düzeltmesi gereken
kendi yanlış inançlarıdır. Kötü duygu ve düşünceleridir. Günaha yatkınlık
oluşturan zihinsel tavrıdır. Kötü arkadaşlarıdır. Hayata olumsuz bakışıdır.
Şükür eksikliğidir. Şikâyet çokluğudur. Kendi kötü eğilimleri, sözleri ve
davranışlarıdır. Başkalarından aldığı beddualarıdır. Kul hakkı ihlalleridir.
Büyük konuşmalarıdır. Ettiği gıybetlerdir. Attığı iftiralardır. Yaptığı
tembelliklerdir. Çevreye verdiği zararlardır. Zamanını boş ve anlamsız şeylerle
tüketmesidir. İçindeki şeytânî sesin çağrısına hiç düşünmeden koşması ve
denilenleri birebir yapmasıdır. Suçu ve suçluyu kendi içinde değil hep başka
yerlerde aramasıdır. Hevâ ve heveslerini ilah edinmesidir. Zora talip olmaktan
kaçmasıdır. Sorumluluk almak yerine, işin hep kolayını/basitini seçmesi ve
mükellefiyetlerini başkalarının sırtına yüklemesidir.
Sonuç
olarak, insanoğlu bu dünyada imtihan olduğunu bilmeli ve bunu asla aklından
çıkarmamalıdır. Çünkü ömrü de yapacakları da sınırlıdır. Aciz ve sınırlı olduğu
gerçeğini idrak etmeli, aşkın olan Yüce Yaratıcıya tam anlamıyla teslim olup
rahatlamalıdır. Zira bu dünya hayatı oyun ya da eğlence olsun diye değil,
derunî bir anlam ve amaç üzere yaratılmıştır. Mahlûkat içinde çok özel olarak yaratılıp
da kendisine bahşedilen bu imkân ve kabiliyetleri inkişaf ettirmeyen, bütün suçu
şeytana, kadere, nefse veya başkalarına atan insanların yanlış yaptıklarını
bilmeleri ve hatadan dönmeleri kendi lehlerinedir. (22.02.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder