Arkadaş! Sen Zaferden Değil Seferden Sorumlusun! (253)
İslâm’ın kendine özgü bir medeniyet projesi vardır. Zira İslâm,
insanoğlunun hem dünya hem de ahiret mutluluğunu hedefler. Dinin ortaya koyduğu
ilkeler sadece dinî konularla sınırlı değil, dünyevî hususlarla da alakalıdır. İslâm
dini sadece ahirete yönelik belli bazı ibadetleri değil kulluğu emreder. Kaldı
ki kulluğun içinde zaten “ibadetler” de vardır. İslâm’ın insanların bilgi ve
becerisine bırakılan bilimsel ve teknolojik gelişmelerde bile uyulmasını
emrettiği dinî ve ahlâkî kuralları olduğu gibi, hukuk, siyaset, ekonomi,
uluslararası ilişkiler ve benzeri alanlarda da müslümanlara nasıl
davranacaklarını öğreten âyetleri mevcuttur.
Bu itibarla iman eden, ibadetlerini yapan ve ahlâkını güzelleştiren bir mü’minin
Allah’ın rızasını kazanması ve cenneti elde etmesi için yapması gereken başka
görevleri de vardır. Nitekim İslâm’ı tebliğ, temsil ve yeryüzünde barış ve adaleti
tesis etme görevi tüm mü’minleri beklemektedir.[1] Bütün
bu vazifelerin nasıl yapılacağı Kur’ân ve sünnette en güzel şekilde
açıklanmıştır. Dolayısıyla mü’min dünyevî meselelerde bu iki kaynağın emir ve
yasaklarını göz ardı edemez; ederse sorumlu olacağını bilmelidir.
Diğer taraftan mü’min, mevcut şartlarda neyi ne kadar yapabiliyorsa onu o
kadar yapmakla mükelleftir. Yapamadıklarını “zamana, imkânların oluşmasına ve
gelecek nesillere” bırakmak zorundadır. Zira bir mü’min zaferden değil,
seferden sorumludur. Çünkü Yüce Allah, hiç kimseye gücünün yettiğinden
fazlasını yüklemez. Herkese yaptıklarının karşılığı mutlaka verir. Yapması
gerekenleri yapmayan, yapmaması gerekenleri yapan bunun cezasını ahirette çeker.
Dolayısıyla mü’mine düşen görev, yaptığı işin hakkını vermek ve elinden gelenin
en iyisini yapmaktır. Mü’min attığı her adımın Yüce Allah’ın rızasına uygun
olup olmadığına bakmak, hiç durmadan şeytanla ve şeytanlaşmış insanlarla mücadeleye
devam etmek zorundadır.
Bazı sorumsuz müslümanların acele ederek her problemin bir an önce
çözülmesini istemeleri, bunu yapamayanları haksız, yersiz ve zamansız bir
şekilde suçlamaları yanlıştır. Bu yanlışı 1400 yıldır yapan müslümanlar olduğu
gibi günümüzde de vardır. Çünkü böyle gelişigüzel konuşanlar; “Acelecilik şeytandan, teennî ile hareket
etmek (bir işi acele etmeden iyice düşünerek yapmak, temkinli ve ihtiyatlı
davranmak) Rahman olan Allah’tandır”[2] hadisini doğru
dürüst anlamazlarsa şeytan ve taraftarlarının eline büyük kozlar verir, uzun
vadede müslümanların kazanımlarını kaybetmelerine yol açar.
Sonuç olarak, bir mü’min öncelikle İslâm’ı bir bütün olarak iyice
öğrenmeli, Hz. Peygamber’i iyice tanımalı ve onu gerçek anlamda kendine rehber
edinmelidir. Elinden gelenin en iyisini yaptıktan sonra sonucu Yüce Allah’a
havale etmelidir. Zafere bir an önce
kavuşmak ve kendine pay çıkarmak arzusuyla, egosuna yenik düşerek hırsla,
öfkeyle, kontrolsüzce büyük hatalar işleyen, İslâm toplumunun ciddi tehlikelere
sürüklenmesine neden olan kişi -mü’min de olsa- çok büyük bir yanlış yapmış
olur. Daha büyük hedefler ve zaferler için hazırlık yapmayan,
gerektiğinde geri çekilmesini ve güçlenerek tekrar dönmesini bilmeyen, buna
zemin hazırlamayan, uzun vadeli planlar yapmayan ve bu konuda küçük düşünen müslümanlar,
Hz. Peygamber’i gerçek anlamda örnek almış olmazlar. Çünkü “sonuçtan” değil “süreçten”, “zaferden” değil
“seferden” sorumlu olduğunu unutanlar Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin ilkelerini
asla doğru anlayamamışlardır. (23.08.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder