80/20 Kuralı! (302)
Bugünlerde üzerinde en çok durduğum, pek çok yerde anlattığım ve adını da
“80/20 kuralı” koyduğum bir tespitimden söz etmek istiyorum. Bu kural, doğru
karar alabilmek için “toptan süpürüp almanın veya toptan süpürüp atmanın
yanlışlığını ortaya koymakta ve seçici olmanın önemine” vurgu yapmaktadır.
Zira Âdemoğlu, hayatı boyunca her gün sürekli karar almakta, “birileri”
ya da “bir olay” hakkında hüküm vermekte, genellikle “sığ bir bakış açısıyla
veya mensubiyet duygusuyla” hareket ettiği için de çok ama çok yanlış kararlar
almaktadır.
Bu itibarla, hayatının her anında karar vermek durumunda olan ve aldığı
her karardan hesaba çekileceği aşikâr insanoğlu, doğru karar verebilmek için “sağlıklı
bir bakış açısına” sahip olmak zorundadır. İşte bahse konu bu kural, sağlıklı
bakış açısının nasıl olması gerektiği yönünde düşünenlere bir nebze de olsun
ışık tutup yol gösterebilecek mahiyettedir.
Şöyle ki akıl ve sorumluluk
sahibi her insan karar verirken karşı tarafın da artı ve eksilerini bir arada
değerlendirmek, meseleye bütüncül bakmak zorundadır. Aynı şekilde ait olduğu
cemaat/tarikat/parti/takım/mezhep/aşiretin vs. de pozitif ve negatif yönlerini
bütünüyle görmek, resmin tamamına bakmak ve kararını ona göre vermek
durumundadır.
Mesela kendi cemaatinin -Kur’ân ve sünnet ekseninde bakıldığında- “seksen
yanlışı ve yirmi doğrusu” varsa ve karar alacak kişi bu yanlışlara hiç bakmadan
hep yirmi doğruyu esas alarak karar veriyorsa bu sağlıklı bakış açısının ürünü
olmadığı gibi, alınan karar da asla adil bir karar olamayacaktır. Zira
eleştirdikleri karşı tarafın “seksen doğrusu ve yirmi yanlışı” vardır ve bu
seksen doğruyu görmeyip sürekli onların yirmi yanlışına dikkat çekmek, onu
gündeme taşımak, zihinlerde yanlış algılar oluşturmak, mağdur edebiyatı yapmak
ve seçici olmamak büyük bir zulümdür; muhalif olma adına gerçekleri görmemektir.
Bu ise, şeytanca yaklaşımdır.
Dolayısıyla yapılması gereken seçici hareket emek, seksen doğruyu görmek
ve yirmi yanlışı düzeltmek için hukuk içinde kalarak karşı tarafla aktif
mücadeleye devam etmektir. Belden aşağı vurarak, adaletten ayrılarak, kin ve
garezle hareket ederek karşı tarafa toptan saldırmak, yok etmek için iftiralar
atmak, kâfir ve münafıklarla işbirliğine girişmek, dinî kavramları istismar
etmek doğru değildir. Zaten böyle yapanlar kısa vadede kazansalar da hep uzun
vadede kaybetmişlerdir. Zira tarih bunun ibretlik öyküleriyle doludur.
Diğer taraftan doğruları fazla olan şahıs da seksen doğrusunu devam
ettirmek ve yirmi yanlışını düzeltmek için çaba sarf etmelidir. Bu kimsenin kendi
yanlışlarını görmeyerek her zaman ve zeminde tamamen haklı olduğunu söylemesi
de doğru, inandırıcı ve ikna edici değildir. Bu kişi söz konusu yanlışlarını
düzeltmeli ve kusurlarından/pisliklerinden arınmış bir şekilde hizmet etmeye
devam etmelidir.
Öte yandan eksiklerini, hatalarını ve kusurlarını itiraf ederek yirmi
yanlışı düzelteceğine söz veren ve sonra da bunun gereğini yapmaya başlayanları
hâlâ suçlu göstermek uygun olmadığı
gibi böyle yaparak kin, nefret ve düşmanlığı körüklemek de haddi aşmaktır.
Yüce Allah’ın haddi aşanları sevmediği ise bilinen bir gerçektir.
Bu itibarla daha önce de ifade ettiğimiz üzere bazı sahâbîler de Hz.
Peygamber’in ölümünden hemen sonra söz konusu “80/20 kuralını” göz ardı etmiş ve çok yanlış kararlar almışlardır.
Mesela Cemel ve Sıffin Savaşları, Harre vakası, Kâbe’nin mancınıklarla yerle
bir edilmesi, Kerbela faciası vs. olaylar ve burada on binlerce insanın
öldürülmesi buna örnektir.
Bu iç savaşlarda her iki taraf
bir karar vermiş ve saflarını belirlemiştir. Birilerinin zalim, diğerlerinin
ise kendilerini savunmak durumunda kalan mazlum ve mağdurlar olduğu açıktır.
Çünkü bir taraf haddi aşmış ve menfaatleri icabı ellerindeki imkânı kötüye
kullanmış, hak ve adalet çizgisinden iyice uzaklaşmışlardır.
Şurası özellikle belirtilmelidir
ki bu savaşlar sahâbe ve tabiîn tarafından yani o dönemde yaşayan “bu insanlar”
tarafından yapılmıştır. Yani; sahâbe de olsa “insan” insandır, beşeri
zaafları vardır, imtihan olmaktadır, hiçbir kimse tamamen masum değildir. Bu
nedenle her insan her zaman doğru kararlar vermeye çalışmak zorundadır.
Dolayısıyla bu ve benzeri büyük bilinen insanlar da söz konusu hatalı içtihatları
nedeniyle eleştirilmeyi hak etmiştir. Zira onlar da yanılabilir ve bu gayet
normal bir durumdur. Bu şahısları
dokunulmaz kabul edip kutsamak, her söylediklerinde keramet aramak, onları
tamamen tenkit dışı bırakmak doğru değildir. Bu nedenle “insanları takdir
etmeye evet ama takdise hayır!” diyerek yola devam etmek en mantıklı çözüm
görünmektedir.
Bu bakımdan Kur’ân ve sünnetin
ilkeleri ışığında ve ahlak kurallarına bağlı kalarak doğru kararlar almaya
gayret edilmelidir. Çünkü “rehber ve kaynak”, hata yapabilen insanlar değil, “şaşmaz
evrensel ilkeler” olmalıdır. Nitekim İslam toplumunun doğru kararlar alması en
başta kendilerine fayda sağlar, her türlü kalkınmayı hızlandırır, gelişmeye ve
ilerlemeye güç katar.
Sonuç olarak, “80/20 kuralını” göz önüne alarak karar vermek, fotoğrafın
tamamına bakmak, seçici olmak, insanları, olayları ve fikirleri hakkaniyetle
değerlendirmek, böylece zalime de mazluma da (eşit mesafede durmak değil) “yardım etmek” hem bireye hem de müslüman
topluma çok büyük katkı sağlar. Aksi halde müslümanlar tefrikaya düşer, mezhepçilik,
tarikatçılık, cemaatçilik, particilik, ırkçılık, hizipçilik girdabına sürüklenir,
birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam eder ve felaket üzerine felaketlerin
yaşanması kaçınılmaz olur. Bunun sorumlusu ise “80/20 kuralını” göz ardı ederek
karar veren bütün müslümanlardır. (31.10.2014)
Yorumlar
Yorum Gönder