Ümmetin 73 Fırkaya Ayrılacağı İle Kastedilen Nedir? (156)
Ümmetin 73 Fırkaya Ayrılacağı İle Kastedilen Nedir?
(156)
İnsanlar arasında görüş farklılıklarının
olması tabiî, psikolojik, tarihsel, dinî ve sosyolojik bir konudur. Dinî
anlayışlar, felsefe ve ideoloji de bu gerçekten nasibini alır. Düşüncedeki bu
farklılıklar, kişinin savunduğu fikrin tek temsilcisi olarak sadece kendisini
görüp mutlaklık iddiasında bulunmadığı, başkalarını “öteki” yerine koyup
dışlamadığı sürece zenginlik olarak kabul edilebilir.
Dolayısıyla, farklı mezhepleri, tarikatları
ve cemaatleri “yanlış”, “sapık”, “bid’atçi” şeklinde dışlamak yerine, insan
doğasından kaynaklanan farklı söylemler veya zihniyetler olarak analiz etmeye
çalışmak gerekir.
Hz. Peygamber’e nispet edilen ve “ümmetinin
73 fırkaya ayrılacağından bahseden hadiste” geçen “yetmiş sayısı”, klasik
Arapçada tıpkı “yedi” sayısının “muhtelif” ya da “çeşitli” anlamı ifade etmesi
gibi çoğu zaman belirli sayısal değeri değil “kesreti/çokluğu” ifade etmek için
kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’de geçen yedi ve yedinin
katları olan rakamlarla ya esas sayı ya da çokluk/mübalağa kastedilir. Bu
sayılar hakikî manalarının dışında mübalağa için kullanıldığında verilen
mesajın “önemine” dikkat çekilir ve zihinlerde kalıcı olması amaçlanır. Âyet ve
hadislerde mübalağa bazen teşvik bazen de sakındırma amaçlı kullanılır.
Dolayısıyla söz konusu rivâyette müslümanların
sonraki çağlarda “tefrikaya düşmeleri halinde” pek çok hizip ve fırkalara
ayrılabilecekleri, hatta bu konuda yahûdi ve hıristiyanları da geride
bırakabilecekleri ifade edilmekte, böyle olmaları değil “tam aksine bundan
sakınmaları” tembih edilmektedir. Nitekim tarihte görülen fırkaların sayısının bu
rivâyette bildirilenlerden çok daha fazla olması sakındırmanın haklı olduğunun
delilidir. Ancak ne acıdır ki Hz. Peygamber’in bu uyarısı anlam kaybına
uğramış, verilmek istenen mesaj doğru anlaşılamamış ve onun sakındırması “teşvik
gibi algılanmış” ve ümmet pek çok fırkaya ayrılmıştır. Bu nedenledir ki
rivayetle ilgili farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Nitekim bu ve benzeri
rivâyetleri tamamen reddedenler olduğu gibi savunanlar veya farklı
yorumlayanlar da olmuştur.
Rivâyeti reddedenler, mezkûr rivâyetin bir
istismar ürünü olduğunu, Sünnî mezhepler tarihi yazıcılığının temelini
oluşturduğunu ve asırlardır süren çok derin ve uzun etkilerinin bulunduğunu
söylemişlerdir. Ayrıca çeşitli siyasî, fıkhî ve itikâdî mezhepler arasında
düşmanlık tohumları ektiğini, İslâm ümmetinin toplumsal dokusunu gevşetip
zayıflattığını, eleştirel aklı devre dışı bıraktığını, karamsarlığı
çağrıştırdığını, geleceğe ümit ve iyimserlikle bakılmasını da imkânsızlaştırdığını
ifade etmişlerdir.
Rivâyeti savunanlar ise fırka-i nâciye’yi
şu veya bu grup şeklinde tahsis ve ta’yin etmenin geçerli olamayacağını, bu
fırkanın “belli vasıflarından” bahsedilebileceğini, bu özellikleri taşıyanların
kurtulabileceğini, bunların ise “Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin temsil ettiği”
evsaf ve itikat olduğunu söylemişlerdir.
Bu sözün hadis olma yönüyle aslının
olmadığını, ancak anlam itibarıyla doğru olduğunu belirtenler ise Kur’an ve sünnete
uygun farklı görüş ve düşüncelerde bulunmanın doğal olup bunun Yüce Allah’ın
bir rahmeti olduğunu ifade etmişlerdir. Bu tür ihtilaflardan zarar
gelmeyeceğini, ancak bu ihtilaflara dayanarak düşmanlık çıkartmanın günah
olduğunu, “birlik” iddiasıyla kendi düşünce ve anlayışını başkalarına zorla
kabul ettirmeye çalışmanın yanlış olup sıkıntılar doğuracağını, farklı
düşünmenin ayrılık ve düşmanlık olarak değerlendirilmemesi gerektiğini kaydetmişlerdir.
Aksi takdirde kıyamete kadar sürecek ihtilafların devam edeceğini, bunun
sebebinin ise siyasî, içtimaî ve ahlâkî meseleler mütalaa edilirken, zaaf ve
ihtirasların esiri olanların ve başkalarının düşüncesini özgürce ifade etmesine
engel olanların tavırlarından kaynaklandığını belirmişlerdir.
Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim, bu çeşit
dayatmaları, gruplaşmaları ve tarafgirliği yasaklamış, çoğulculuğa ve bireyin
temel hak ve hürriyetlerine vurgu yapmıştır. İslâm, toplumsal dayanışmayı ve
düzeni ön plana çıkarmış, bunun için “İslâm kardeşliğini” tesis etmiş ve
dünyanın değişik kıtalarında, çeşitli bölgelerinde yaşayan muhtelif ırklara
mensup müslümanları İslâm çatısı altında birleştirmeyi hedeflemiştir.
Bütün bunları başarılabilmek özgür tartışma
ortamında fikirlerin serpilip gelişmesiyle mümkündür. Aksi halde bu durumdan dinî
tefekkür hayatı olumsuz yönde etkilenir. İslâm, bu nedenle diğer dinlerden
farklı olarak “kurumsal din” yerine, bireyin hür seçim ve davranışlarıyla şekillenen
bir din anlayışını savunmuştur. Bu bakımdan fikirlerin muhtelif olmasıyla
birlikte, kalplerin birliği (din kardeşliği) ilkesi İslâm’ın en büyük esasıdır.
Dolayısıyla dinî, siyâsî ve içtimaî konularda birlik, beraberlik ve kardeşlik
unutulmadığı sürece farklı konularda sağlam temellere dayalı değişik kanaatlerin
bulunması bir zenginliktir.
Nitekim düşünce ve ifade hürriyetinin
sağlandığı ortamlarda, farklı düşüncelerden çıkacak olumlu ve güzel neticeler o
toplum için rahmete dönüşebilir. İslâm ayrımcılık, bölücülük, ayrı baş çekme ve
meşrû otoriteye isyan olarak tanımlanabilecek “tefrikayı” şiddetle yasaklamıştır.
Tefrikadan kurtulmak için yapılması gereken
ise özgür bir platformda her türlü meselenin liyakat sahibi uzmanlar tarafından
tartışılarak karara varılması ve bu kararın muhalif olanlarca da kabul edilerek
uygulanmasıdır. Bu itibarla, insanların delile dayalı farklı görüş ve
düşüncelerde olması kesinlikle tefrika nedeni olmamalıdır. Zira bazı görüş ve
düşüncelerin zamanla doğrulanabilmesi veya yanlışlanabilmesi imkân dâhilindedir.
İnsanlar şiddetle yasaklanan tefrikanın olumsuz sonuçlarını düşünerek hareket
etmeli, din kardeşlerini ötekileştirmemeli ve çok dikkatli olmalıdır.
Hz. Peygamber’in ashabını geçmiş kavimlerin
içine düştüğü benzer hatalara düşmekten sakındırması ve onları bu şekilde ikaz
etmesi son derece normal olup, aklen ve mantıken de mümkündür. Zaten merhamet
ve şefkat dolu, kitabı ve hikmeti öğretmekle görevli, âlemlere rahmet olarak
gönderilen bir peygamberden beklenen de budur. Ancak onun bu samimî uyarısı
zamanla yanlış anlaşılmış, ehl-i kitabın tefrikaya düşmesi ve fırkalara
ayrılmasını iyi bir şey zannedenler Hz. Peygamber’in sözlerinin maksadını tam
olarak kavrayıp aktaramayan ravilerin peşine takılmış, “Müslümanların da 73 fırkaya ayrılacakları” şeklinde anlamış ve kendi
mensup oldukları grubu fırka-i nâciye olarak görmüşlerdir.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in esas vermek
istediği mesajı yanlış anlayıp aktaran, tefrikayı körükleyen, teferruattaki
farklılıkları abartarak ümmeti parçalayan, çıkar elde etmek ve etraflarındakileri
yanında tutmak için âyet ve hadislerin anlamını çarpıtan, ihtiraslarının esiri
olan, taassup içinde hareket edenler sorumluluklarının farkına varmalı ve bu
rivayeti istismar etmekten artık vazgeçmelidir. İslâm’ın genel ilke ve
esaslarını anlayamayan, Hz. Peygamber’i yanlış tanıyıp tanıtan, geçmişte
yapılmış bazı anlama hatalarını bilerek ve isteyerek devam ettiren ve Hz.
Muhammed’in söylemediklerini ona söyletenler de son derece dikkatli olmalıdır.[1] (25.02.2010)
Yorumlar
Yorum Gönder