Toplumsal Barış ve Bir Arada Yaşama Kültürü (116)
Toplumsal Barış ve Bir Arada Yaşama Kültürü (116)
Toplumlar, farklı düşünen ve yaşayan, farklı geleneklere tabi olan ve muhtelif
değer yargılarına sahip bireylerden oluşur. İçinde yaşanılan coğrafya, önceki
nesillerden devralınan kültür ve gelenekler, mensubu olunan din ve inançlar insanların
kimlik ve kişiliklerini inşa eder ve etkiler.
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim, farklılıkları doğal kabul etmiş, dillerin
ve renklerin farklı olmasını Yüce Allah’ın varlığının ve birliğinin
işaretlerinden/delillerinden/ mucizelerinden biri olarak görmüştür.[1] “Rabbin
dileseydi, insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı”[2] buyurarak
insanların farklı şekillerde yaratılmalarının ilahi hikmetin ve imtihanın bir gereği
olduğunu bildirmiştir. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir
kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi
tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin
bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır…”[3] buyurarak
farklılıkların bir çatışma nedeni değil, tanışma sebebi olması gerektiğine dikkat
çekmiştir.
İslam dini bu farklılıkları normal karşılamış, farklı sosyal ve etnik
gruplara mensup olmanın bir üstünlük vesilesi olamayacağını belirtmiş ve bu ilkel
anlayışı şiddetle reddetmiştir. Zira Kur’ân, bir yandan bireysel anlamda şükür,
takva, sabır, iffet, doğruluk, dürüstlük ve çalışkanlık gibi ahlâkî değerlerin
önemine vurgu yaparken, diğer yandan da birlikte yaşamanın bir gereği olarak “paylaşma,
dayanışma, yardımlaşma, fedakârlık” gibi ahlâkî erdemleri ön plana çıkartmış,
din kardeşliğini ve toplumsal yapıyı güçlendirmeyi hedeflemiştir.
Bunun bilincinde olan Hz. Peygamber de birlikte yaşamanın vazgeçilmez temel
parametreleri olan barış, hoşgörü, şefkat ve merhameti kuru bir söz olmaktan
çıkartmış ve yaşanılan gerçekliğe dönüştürmüştür. Nitekim o, bir keresinde hasta
bir yahudiyi evinde ziyaret etmiş, bir diğer yahudinin cenazesi geçerken ayağa
kalkıp ona saygı göstermiştir. Onun bu uygulaması “insana sırf insan” olduğu
için saygı duyulmasını gösteren güzel örnektir.
Peygamberimiz diğer insanlarla barış ve uzlaşı içerisinde olmanın müslümanlar
için bir görev olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Mü’min ülfet eden (uzlaşıp
kaynaşan) insandır; ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet kurulamayan insanda hayır
yoktur”[4] Yine o; “İman
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş
olamazsınız.”[5]
buyurarak sevgiyi ve imanı/güveni toplumsal barış ve birlikte yaşamanın temel
taşı görmüştür.
Hz. Peygamber, şu sözleriyle de toplumsal huzur ve barışı
gerçekleştirmenin ne denli önemli olduğuna dikkat çekmiştir. “Sizden
birisi kendisi için istediğini müslüman kardeşi için de istemedikçe (gerçek
anlamda) iman etmiş olamaz.”[6] “Kim müslüman
kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir; kim müslüman
kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim müslüman
kardeşinin bir kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder).”[7]
Bu itibarla son hak din İslâm’ın sevgi, saygı, barış, adalet, kardeşlik,
paylaşma ve yardımlaşmaya çağıran sesine kulak verilmeli, insanlar birbirlerine
karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmelidir. Aynı toprakları paylaşan
insanlar düşmanlarına karşı omuz omuza vermeli, hayatı acısı ve tatlısıyla
birlikte paylaşmalı, farklı kültürlerin bir arada, barış ve huzur içinde
yaşadığı bir ülke olmayı başarmalıdır.
Mutlu yarınlara kavuşmak için din, dil, ırk, bölge ve kültür farkı
gözetmeksizin herkes birbirini sevgiyle kucaklamalı, yobaz ve bağnaz olmamalı, insanların
kutsal değerlerine karşı kin, nefret ve saygısızlık içeren her türlü tutum ve
davranıştan şiddetle kaçınmalıdır.
Rabbim cümlemizi bir arada, barış ve huzur içinde yaşamanın erdemini fark
eden ve buna uygun davranışlar sergileyen ihlaslı kullarından eylesin. (27.03.2009)
Yorumlar
Yorum Gönder