İlahi Aşk mı Yoksa Muhabbetullah mı? (137)
İlahi Aşk mı Yoksa Muhabbetullah mı? (137)
Arapçada “ışk” (عشق) kökünden gelen “aşk” kavramı, “sevda,
aşırı ve şiddetli sevgi, sevginin son mertebesi, bir kimsenin kendisini
sevdiğine adaması, sevgilisinden başka hiçbir şeyi gözünün görmemesi, bir
kimseye yakınlık duyması, birine ya da bir nesneye önüne geçilmez bağlılıkla
bağlanması” gibi anlamlara gelmektedir.[1]
Türkçede aşk kavramı “sevgi, muhabbet, sevda ve gönül vermek” manalarında
kullanılmaktadır.[2] “Aşk” terimi, taşıdığı
anlam zenginliği nedeniyle asırlarca mutasavvıflar, filozoflar ve edebiyatçılar
tarafından baş tacı edilen, metafizik çağrışımlarıyla düşünce tarihinde önemli
bir yer tutan, fakat bütün bunlara rağmen bir türlü tanımlanamayan bir
kavramdır.[3]
Kur’ân-ı Kerim’de “aşk” kelimesi geçmemekte ancak “muhabbet” terimi
müştaklarıyla birlikte yer almaktadır.[4]
İlk dönem mutasavvıfları, “sevgi ve muhabbet” terimlerini kullanırken
daha sonraki dönemlerde “aşk, şevk ve iştiyak” gibi kavramlar kullanılmaya
başlanmış ve sevginin değişik tasnifleri yapılmıştır.[5]
Nitekim sûfîler “sevgiyi” muhtelif kısımlara ayırmışlar ve genellikle de
en son mertebeye “aşkı” yerleştirmişlerdir. Onlara göre aşk, sevginin en
mükemmel şeklidir.[6] Sûfîlere göre aşk, “ilâhî”
ve “beşerî” olmak üzere ikiye ayrılır. İlâhî aşka “hakikî aşk”, beşerî aşka da
“mecâzî aşk” denilir.[7]
Mecâzî aşk “ilâhî aşk”a dönüşürse bir anlam kazanır. Çünkü “beşerî aşk” Yüce
Allah’a ulaşmada bir merdiven görevi üstleniyorsa değerlidir. Nitekim Mecnûn
Leylâ’ya âşıkken Leylâ’yı unutup asıl âşık olduğu Mevlâ’yı bulmuştur.
Dolayısıyla şuurlu bir şekilde Hakk’ı arayan ve sağlıklı tefekkür yapan birisi
“beşerî aşk”ı “ilâhî aşk”a dönüştürebilir; Leylâ’dan Mevlâ’ya yol bulabilir.
Ancak bir insanı sırf cinsel duygularla seven ve yaratılış gerçeğinin
künhüne vakıf olamayan birisi ise hiçbir zaman “ilâhî aşka” ulaşamaz. Çünkü
Leylâ’yı sevip onu mükemmel surette yaratan Yüce Mevlâ’yı sevmemek, O’nun
rızasını kazanmak için çaba sarf etmemek düşünülemez. Bu nedenledir ki Celâleddin
el-Konevî (ö. 670/1271), “beşerî aşk”tan “ilâhî aşk”a geçişin önemine vurgu
yapmış ve “Ölüye karşı beslenen aşk ebedî olamaz. Sen canına canlar katan,
hiç ölmeyecek diriye âşık ol!” [8]
demiştir.
İlâhî aşk, marifetullahın bir sonucudur ve dünyadayken kazanılır.[9] Seven
sevdiğinin ne kadar yetkin, aşkın ve müteal bir varlık olduğunu idrak ederse
O’na olan imanı, heyecanı, coşkusu ve aşkı da o derece artar. Tüm arzularını
O’nun yolunda feda eder ve her türlü fedakârlığa katlanır. Zira sevilen şey
hakkında bilgi sahibi olmadan gerçek sevgi tahakkuk etmez. Bu bakımdan
insanoğlu, Yüce Allah’ı tanıdıkça O’na olan muhabbeti artar; muhabbeti arttıkça
da yakınlığı artar.
Allah sevgisi insanda birden bire ortaya çıkmaz; Allah hakkında bilgisi
artan kişinin sevgisi derinleşir; hakikî kulluk bilinci gelişir. Bu bakımdan
ilâhî aşkı ruhunda hisseden birisinin nefsini tezkiye etmesi, manevî
hastalıklarından kurtulması, Allah’ta fâni olması ve ebedî saadete ermesi
kolaylaşır. Çünkü böyle bir âşık, fenâ mertebesine ulaşarak her şeyde Yüce
Allah’ın varlığının ve birliğinin izlerini görmeye başlar, O’na hamd ve şükür
eder ve gerçek sevgilinin sadece Allah Teâlâ olduğunu idrak eder.
Öte yandan Kuşeyrî’nin (ö. 465/1073) hocası Ebû Ali ed-Dekkâk (ö.
405/1015) Allah ile kul arasındaki sevginin “aşk” kavramıyla ifade edilmesine
şiddetle karşı çıkmış ve bu durumu şöyle ifade etmiştir:
“Muhabbetin haddini tecavüz ederek ifrata varmasına “aşk” denir. Hak
Teâlâ, haddi aşmakla vasıflandırılamaz, şu halde aşk ile de tavsif edilemez.
Bütün mahlûkata ait sevgilerin hepsi toplansa da bir şahsa verilse, bu şahıs
Hak Teâlâ’yı normal olarak sevme derecesine ulaştı diye, hükmetmeyi hak edemez.
(Bırakınız Allah’ı haddinden fazla sevmeyi, normal haddine kadar sevmek bile
imkânsızdır). Şu halde hiçbir zaman kul, Allah’ı haddinden fazla (hak
ettiğinden ziyade) sevdi, denemez. Bu sebeple, ‘Hak Teâlâ kuluna âşık oldu’
diye tavsif edilemeyeceği gibi, kul da Hak Teâlâ’nın sıfatı hakkında; ‘O’na
âşık oldu’, diye tavsif edilemez. Bunun için ‘aşk (kavramı) red ve inkâr
olunmuştur.’ Aşkın Hak Teâlâ’nın vasfı olması mümkün değildir. Hakk’ın kula
veya kulun Hak Teâlâ’ya âşık olması imkânsızdır.”[10]
Aynı şekilde İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201), Takiyyudin İbn Teymiyye (ö.
728/1328) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) gibi Hanbelî âlimler de
kelime ve kavram olarak “aşk”ı reddetmiş, onun yerine “muhabbet” kavramını
kullanmışlardır.
Onlara göre “aşk” şer’an da aklen de kötü, “muhabbet” ise hem din hem de
akıl yönünden faydalı ve güzel bir duygudur. Nitekim aşk, insanı insan yapan
aklı, fikri ve muhakemeyi yok eder; aşk, bir çeşit cinnet hâlidir. Bu sebeple
aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla “akıl ve mantığa” meydan okumuşlar,
düşünce ürünü “ilmi” yok saymışlardır. Bu bakımdan düşünme hâliyle aşk hâli
birbirine zıttır. Düşünce yok olduğu nispette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve
idrak hâlini yok eden aşk, “bir fazilet” olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına
“fazilet”, duygunun akla hâkim olmasına ise “rezilet” denir. Şuuru yok eden ve
hissî bir hâl olan aşk bu bakımdan makbul bir şey değildir. Gerek iradelerine
hâkim olamayıp arzuların esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrak
hâlini kaybetmeleri yönünden âşıklar “hayvanların seviyesine”, hatta onlardan daha
da aşağılara düşerler.[11]
Aşk, bir ifrat hâlidir. Hâlbuki fazilet, ifratla tefrit arasında bulunan
itidal hâlidir. Şu halde aşk bir fazilet değildir; zira hiçbir şeyin ifratı
makbul değildir. Aşk, ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve
dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir.[12] Bu
nedenledir ki aşk, bir kemal hâli olmadığı için Allah’ın vasfı da değildir.
“Allah âşıktır veya maşuktur” denemez. Bu durumda “kulun Allah sevgisi” ancak
“muhabbet” diye adlandırılabilir. İbn Teymiyye’ye göre kalp Yüce Allah’ı sevmek
için yaratıldığından O’ndan başkasını kayıtsız şartsız sevemez. Nitekim Allah’ı
ihlasla sevdiği için Hz. Yûsuf, Züleyha’ya âşık olmamış sadece ona ilgi duymuş,[13]
ancak Züleyha ise müşrik olduğu (nefsinin arzu ve isteklerini ilah edinen bir
kadın olduğu) için Hz. Yûsuf’a âşık olmuştur. Aşkın yegâne sebebi tevhid ve
imandaki eksikliktir. Çünkü Allah’tan korkmak ve O’na gönül vermek O’ndan
başkasına gönül vermeye engeldir.[14]
Ebû Yâ’lâ el-Mevsılî (ö. 307/919) de, işarî tefsir hareketinin ilk
temsilcilerinden Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’nin (ö. 295/908); “Ben Allah’a
âşığım, O da bana!” sözü hakkında; “Bu Hulûliyye’nin sözüdür”
demiştir. Benzer şekilde İbn Kayyim, Nûriyye adıyla maruf söz konusu tasavvufî
akımın öncüsü Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’nin “aşk” konusundaki düşüncelerini tenkit
etmiş ve “aşk” kelimesinin sadece “kadınla erkek arasındaki sevgiyi ifade etmek
için kullanıldığını, Allah’ın sıfatlarının ise nakle dayandığını ve tevkıfî
olduğunu” söylemiştir. Buna göre “Allah kulunu sever” denilebilir ama “Allah
kuluna âşık olur” denilemez. İbnü’l-Cevzî de, kıssacı bir vaiz olan Ahmed
el-Gazzâlî’nin (ö. 520/1126); “İlahîler, Allah’a âşık olanın aşkını
pekiştirir” sözüne işaret ederek; “Bu çirkin bir sözdür. ‘Allah’a âşık
oldum’ demek vehim ve vesveseden başka bir şey değildir” demiştir.[15]
Mutezile de, genellikle felsefî ve beşerî aşka taraftar olmakla beraber mutasavvıfların
anladığı manadaki “Allah aşkını” Hanbelîler gibi şiddetle reddetmişlerdir.[16]
Nitekim Zemahşerî (ö. 538/1143), ilâhî aşktan bahseden, buna inanan ve savunan
mutasavvıfları “insanların en cahili, ilmin ve âlimlerin en azılı düşmanı,
Şeriat yolunun en menfûr ve en rezil kişileri” olarak tavsif etmiştir.[17]
Bütün bu itirazlara rağmen sûfîler her zamanki gibi yine bildiklerini
okumaya devam etmiş, “aşk” kelimesinin “dinî bir terim” olarak kullanılmasında
herhangi bir sakınca görmemiş, “İman edenler Allah’ı daha şiddetle severler”[18]
âyetindeki “şiddetli sevgi”den kastın “aşk” olduğunu iddia etmiş ve “mü’minlerin
Allah’ı her şeyden çok sevmeleri gerektiğini”[19]
ifade eden âyeti ve Hz. Peygamber’in; “Sizden birisi ben kendisine
annesinden, babasından ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş
olamaz”[20] sözünü
düşüncelerine/iddialarına delil getirmişlerdir.[21]
Ancak İbn Kayyim; “Mü’minler Allah’ı daha şiddetle severler” mealindeki
âyetin “mü’minler, Yüce Allah’ı müşriklerin putları sevdiklerinden çok daha
fazla severler” manasına geldiğini, müşriklerin putları sevmelerinin sahte, mü’minlerin
Allah’ı sevmelerinin ise samimi ve hakikî bir sevgi olduğunu ifade etmiş ve
bunun “aşk”la hiçbir ilgisinin bulunmadığını kaydetmiştir.[22]
Diğer taraftan “Tanrı sevgidir, Tanrı aşktır” gibi retoriklerin
İslâmî açıdan hiçbir değeri ve dayanağı yoktur. Nitekim bu tür ifadeler, Yeni
Eflatunculuk’tan Hıristiyanlığa geçmiş sözlerdir.[23]
Günümüzde de bu tür sakat anlayışları savunmaya ve bunlara İslâm’dan delil
bulmaya çalışanlar da yok değildir. Dolayısıyla bu gibi kimselere karşı son
derece dikkatli olunmasında yarar vardır.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de müttakîleri,[24]
muhsinleri,[25] adil davrananları,[26]
tevekkül edenleri,[27]
sabredenleri,[28] tövbe edenleri,
günahlarından arınmak isteyenleri[29] ve
kendi yolunda kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak savaşanları[30]
sevdiğini ifade etmekte; ancak haddi aşanları,[31]
saldırganlıkta sınır tanımayanları/aşırı gidenleri,[32]
fesat/bozgunculuk çıkartanları,[33]
küfürde ve günahta ısrar edenleri,[34]
kâfirleri,[35] zalimleri,[36]
kendini beğenmişleri, böbürlenenleri,[37]
müsrifleri,[38] günahkâr nankörleri[39] ve
sözünde durmayan hainleri[40]
sevmediğini de haber vermektedir.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’e:
‘Ey Cebrâil! Ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev!’ der. Cebrâil o kulu
sever ve sema halkına: ‘Allah Teâlâ falanca kulunu seviyor, onu siz de
seviniz!’, diye nida eder; bundan sonra semadakiler de o kulu severler. Sonra
Allah o kulun yeryüzünde de kabul görmesine imkân sağlar, herkes ona teveccüh
eder.”[41]
Sevgi, insanın kendisine mutluluk veren insan veya nesneye karşı bilinçli
olarak hissettiği bir duygudur. “İnsanın Allah’ı sevmesi”,[42]
itaatkâr mü’minin Allah’ın rızasını kazanmak için O’nun emirlerine itaat
etmesi, yasakladıklarından kaçınması ve takdirine rıza göstermesidir.[43]
“Yüce Allah’ın kullarını sevmesi” ise “onları dosdoğru yola iletmesi,
başarı ihsan etmesi, zihin açıklığı, basiret ve feraset vermesi, günahtan
koruması, işlerini kolaylaştırması, yaptıkları güzel işlerden razı olması,
sâlih amellerini övmesi/ödüllendirmesi, cehennemden emin kılması ve yüksek
manevî derecelere ulaştırmasıdır.”[44]
Nitekim iman, Allah sevgisini içerir ve bu sevginin ifadesi de yapılan sâlih
amellerdir. Gerçek anlamda Yüce Allah’ı seven kişi O’na muhabbet besler ve
sevgisini söz ve davranışlarıyla ortaya koyar. Yüce Allah’ı sevdiğini söylediği
halde hâlâ O’nun emir ve yasaklarını ciddiye almayan kimsenin sözünde “samimi
olmadığı” anlaşılır. Dolayısıyla böyle birisi Yüce Allah’ın sevgisinden mahrum
kalır. O’nun sevgisinden yoksun kalanın cenneti hak etmesi düşünülemez. Çünkü
amellere yansımayan sevgi eksik, olgunlaşmamış ve sözde bir sevgidir. Yüce
Allah’tan başka varlıkları “Allah’ı sever gibi” seven, sahte kutsal değerlerin/şahısların/izmlerin/ideolojilerin
peşinden giden, onların süflî arzularına hizmet eden, onları “tanrı edinen”
birisi şirke düşer[45] ve
Yüce Allah’ı unutur. Yüce Allah’ı unutanlara da Allah Teâlâ, kendilerini
unutturur[46] ve onlara hiçbir değer
vermez.[47]
Bu nedenledir ki Hz. Peygamber; “Bir şeye karşı aşırı sevgi
(taparcasına bağlanman, bağımlı olman) gözünü kör kulağını sağır eder”[48]
diyerek insanların çoğunluğunun düştüğü mezkûr hataya dikkat çekmiştir. Nitekim
İbn Kayyim’e göre, bir şeyi taparcasına sevmek o kişiyi o şeye bağımlı kılar ve
hürriyetini elinden alır. Sadece Allah’ın huzurunda boyun eğmesi ve O’na kulluk
etmesi gereken bir kimseyi “kendisi gibi bir insana kul ve köle hâline
getiren”, kayıtsız-şartsız onun iradesi ve hâkimiyeti altına sokan “aşk”ın
insana hiçbir faydası yoktur.[49]
Öte yandan Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’a gerçek anlamda iman etmeyen,
imanında samimi olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymayan veya
günahlarından pişmanlık duyup tövbesinde samimi olduğunu ispat etmeden ölen
kimselerin ahiret günü son pişmanlıklarının ve “keşke” demelerinin[50]
hiçbir anlamının olamayacağını haber vermektedir. Çünkü Yüce Allah’ın böyle
zalimleri sevmesi, bağışlaması, ödüllendirmesi veya onların bu fiillerinden
razı olması söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah, ahiret gününe iman eden mü’minlerin
özelliklerinden bahsederken “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan
memnun olmuşlardır”[51]
buyurmakta ve Hakk’ın rızasını kazanmanın önemine dikkat çekmektedir.
Aynı şekilde şu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın sevgisini ve rızasını hak
eden mü’minlerin özelliklerine işaret edilmektedir: “Rabbinizden bağışlanma
dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, (kullarını)
çok sevendir.”[52] “…O,
çok bağışlayandır; (kullarını) çok sevendir…”[53]
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine
öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.
Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar.
Allah yolunda cihat ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da
korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dileyene verir. Allah lütfu
geniş olandır, hakkıyla bilendir.”[54]
Görüldüğü üzere Yüce Allah, sâlih kullarını sevmekte, onlara değer
vermekte ve lütfuyla ödüllendireceğini vaat etmektedir. Bu bakımdan bir insan,
Yüce Allah’ın kendisini ne kadar sevdiğini bilmek istiyorsa kendisi Yüce
Allah’a ne kadar değer veriyor ve seviyor, O’nun dediklerini yerine getiriyor
buna bakmalıdır.[55] Kaldı ki Yüce Allah’ı
sevdiğini diliyle söyleyen bir kimsenin “Hz. Muhammed’e ittibâ ederek”[56] bu
sevgide “samimi” olduğunu ispat etmesi gerekir. Aksi takdirde şu âyeti ciddiye
almadığı sonucuna varılır: “Ey Peygamber! De ki: “Eğer Allah'ı seviyorsanız
bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok
bağışlayıcıdır; merhamet sahibidir.”[57]
Nîşâbur’un büyük sûfîlerinden Ebu’l-Hüseyin el-Varrâk (ö. 320/932’den
önce); “Tarifi imkânsız duygularla Allah’ı sevmek ve O’nunla sevinmek,
kalpte bulunan bütün kötü duyguları yakan ve yok eden bir ateştir”[58] diyerek Allah
sevgisiyle dolu bir kalpte hiçbir kötü duygunun barınamayacağına ve şeytanî
sesin etkin olamayacağına dikkat çekmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de Allah
sevgisini; “Sevenin sıfatlarının yerine Sevilenin sıfatlarının geçmesidir”[59] şeklinde
tanımlamış ve böyle bir kulun nefis tezkiyesinde başarılı olacağına vurgu
yapmıştır. Nitekim söz konusu mertebeye ulaşmış müttakî bir kul, Yüce Allah’a
kavuşma arzusuyla yanıp tutuşur ve sevgilinin adı anıldığında kalbi heyecanla dolar.
Zira âyette; “Mü’minler ancak o kişilerdir ki, Allah anıldığında yürekleri
ürperir”[60]
buyrulmakta ve Allah sevgisinin nasıl olması gerektiği hususunda mü’minler
bilgilendirilmektedir.
Sonuç olarak, “ilahi aşk” ifadesi yanlış olup doğrusu “muhabbetullahtır.”
Bu konuda Mutezile ve Hanbelilerin “mutasavvıflara yönelttikleri eleştiriler”
haklı, doğru ve yerindedir. Nitekim Zemahşerî de “ilâhî aşktan” bahseden, buna
inanan ve savunan mutasavvıfları “insanların en cahili, ilmin ve âlimlerin en
azılı düşmanı, Şeriat yolunun en menfûr ve en rezil kişileri” olarak tavsif
etmiştir.[61] (02.10.2009)
[1] İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyn
Ahmed, Mu’cemu Mekâyisi’l-Luga, Thk.: Muhammed Harun, Kahire, 1969, II,
26-28; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât
fî Garîbi’l-Kur’an, Kahraman Yay., İstanbul, 1986, s. 151-152; İbn Manzûr,
Cemâluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab,
Beyrut, 1990, X, 251-252.
[2] Özön, Mustafa Nihat, Büyük
Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1959, s. 49-50;
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 1996, s. 78; Develioğlu, Ferit,
Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lugat, Ankara, 2001, s. 47.
[3] Emiroğlu, İbrahim,
“Mevlânâ’da Aşkı İfade Etme İmkânı ve Aşk Betimlemeleri”, DEÜİFD, İzmir, 2008,
Sayı: 27, s. 36.
[4] el-Mâide, 5/54; Âl-i
İmrân, 3/31.
[5] Uludağ, “Aşk”, IV, 12.
[6] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul, 1996, s. 58-59. Ayrıca
bkz. Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
Rehber Yay., Ankara, 1977, s. 120.
[7] Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 60.
[8] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî
(Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi), Trc.: Şefik Can,
Ötüken Yay., İstanbul, 2001, V, 265.
[9] Gazzâlî, Ebû Hâmid
Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Trc.:
Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yay., İstanbul, ts., IV, 568.
[10] Kuşeyrî, Ebû Kâsım
Abdülkerim b. Havâzin, er-Risâle (Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî
Risâlesi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1991, s.
499-500.
[11] “Yoksa sen onların çoğunun (Kur’ân’ı)
dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar (akılla
değil ön yargı ile hareket ettikleri için) hayvanlar gibidirler, belki yolca
onlardan daha da şaşkındırlar (doğru yoldan hiç mi hiç haberleri yoktur.)” el-Furkân, 25/44. “Gerçek şu ki, Biz,
cehennem için, kalpleri (akılları) olup da gerçeği kavramayan, gözleri olup da
görmeyen, kulakları olup da işitmeyen cin ve insanlardan çok canlar
ayırmışızdır. Hayvan sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta
onlardan da aşağı: Körcesine dalıp
gitmiş olanlar (kendilerine verilen yetenekleri ve imkânları kullanmayanlar)
işte böyleleridir.” el-A’râf, 7/179.
[12] Uludağ, “Aşk”, IV, 15.
[13] “Gerçek şu ki, kadın ona karşı arzu
doluydu; o da kadını arzulamıştı; öyle ki, (bu ayartma karşısında) eğer Rabbinin
(gerçeğe dikkat çeken ve ona Allah’ı hatırlatan) burhanı onun içine doğmamış
olsaydı (sağlam ve sarsılmaz iman sonucu Yüce Allah’a hesap vereceği
düşüncesiyle kapıya doğru koşmasaydı o da bu arzuya yenik düşecekti)…” Yûsuf, 12/24.
[14] Uludağ, “Aşk”, IV, 15.
[15] Uludağ, “Aşk”, IV, 15.
[16] Uludağ, “Aşk”, IV, 16.
[17] Zemahşerî, Cârullah
Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an
Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Akvâl fî Vucûhi’t-Te’vîl, Thk.: Adil Ahmet/ Ali
Muhammed/ Fethi Abdurrahman Ahmed Hicâzî, Riyad, 1418/1998, II, 257.
[18] el-Bakara, 2/165.
[19] et-Tevbe, 9/24.
[20] Buhârî, 2/İman, 8 (I, 9);
Müslim, 1/İman, 16 (I, 67), nr: 70.
[21] Uludağ, “Aşk”, IV, 12.
[22] Ayrıntılar için bkz.
Uludağ, “Aşk”, IV, 15.
[23] Sarıkçıoğlu, Ekrem, Din
Fenomenolojisi (Dinlerin Mahiyeti ve Tezahür Şekilleri), Fakülte
Kitabevi, Isparta, 2011, s. 280.
[24] Âl-i İmrân, 3/76;
et-Tevbe, 9/4, 7.
[25] el-Bakara, 2/195; Âl-i
İmrân, 3/134, 148; el-Mâide, 5/13, 93.
[26] el-Mâide, 5/42;
el-Hucurât, 49/9; el-Mümtehine, 60/8.
[27] Âl-i İmrân, 3/159.
[28] Âl-i İmrân, 3/146.
[29] el-Bakara, 2/222; et-Tevbe,
9/108.
[30] es-Saff, 61/4.
[31] el-Mâide, 5/87; el-A’râf,
7/55.
[32] el-Bakara, 2/190.
[33] el-Bakara, 2/205;
el-Mâide, 5/64; el-Kasas, 28/77.
[34] en-Nisâ, 4/107.
[35] Âl-i İmrân, 3/32; er-Rûm,
30/45.
[36] Âl-i İmrân, 3/57, 140;
eş-Şûrâ, 42/40.
[37] en-Nisâ, 4/36; en-Nahl,
16/23; el-Kasas, 28/76; Lokman, 31/18; el-Hadîd, 57/23.
[38] el-En’âm, 6/141;
el-A’râf, 7/31.
[39] el-Bakara, 2/276.
[40] el-Enfâl, 8/58; el-Hac,
22/38.
[41] Buhârî, 78/Edeb, 41 (VII,
83); 97/Tevhid, 33 (VIII, 195); Müslim, 45/Birr, 48 (III, 2030), nr: 157; Tirmizî,
33/Tefsîru’l-Kur’ân, 19 (V, 317-318); İbn Hanbel, II, 267, 341, 413, 509, 514;
V, 263.
[42] Kuşeyrî, “kulun Allah
Teâlâ’yı sevmesini” şöyle açıklamıştır: “İnsanın
Allah’ı sevmesi meyil, hudut ve ihata gibi şeyler ihtiva etmez. Bu nasıl bahis
konusu edilebilir ki, Zat-ı samediyyet ilhak, idrak ve ihata gibi şeylerden
münezzehtir. Âşık (muhib) bir çizgi ile ihata edilme tarzında vasf edilmekten
ziyade Mâşukta (mahbub) helak olma şeklinde vasf edilir. Aşk (mahabbet) bir
vasıfla vasf edilemez, bir hudutla tahdit edilemez. (Aşk tarif edilemez).
Bununla beraber idrak için aşktan daha vâzıh ve daha yakın bir şey yoktur…” Kuşeyrî,
a.g.e., s. 497.
[43] Kelâbâzî, Ebû Bekir
Muhammed b. İshâk, et-Taarruf li Mezhebi
Ehli’t-Tasavvuf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1979, s. 161.
[44] Hücvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, Haz.:
Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982, s. 446.
[45] “Sen hiç kendi heva ve heveslerini
tanrılaştıran [birin]i düşündün mü? İmdi, böyle birinden de sen mi sorumlu
olacaksın?” el-Furkân,
25/43.
[46] “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da
kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fâsık
kimselerin ta kendileridir.” el-Haşr, 59/19.
[47] “O inkârcılar ki; dinlerini alaya
eğlenceye aldılar ve böylece onları dünya hayatı aldatmış oldu. Artık onlar bu
günlere yetişeceklerini unuttukları ve bizim âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi
biz de onları bugün unutacağız.” el-A’râf, 7/51. “Münafık erkeklerle, münafık kadınlar
birbirlerindendir (hepsi aynıdır). Kötülüğü teşvik edip iyiliği engellerler ve
cimriliklerinden dolayı ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular
(umursamadılar); O da onları unuttu (rahmetsiz bıraktı/ gözden çıkardı/ terk
etti). Gerçekten münafıklar günaha gömülüş kimselerdir!” et-Tevbe,
9/67. “Allah,
“Evet, öyle. Âyetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun/ umursamadın. Aynı
şekilde bugün de sen unutuluyorsun” der.” et-Taha, 20/126. Ayrıca
bkz. Yûnus, 10/7, 92; el-Enbiyâ, 21/97; es-Secde, 32/14; ez-Zümer, 39/56;
el-Câsiye, 45/34.
[48] Ebû Dâvud, 40/Edeb, 116
(V, 346-347), nr: 5130; İbn Hanbel, V, 194; VI, 450.
[49] Uludağ, “Aşk”, IV, 15.
[50] “Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!” el-En’âm,
6/27. “Keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış
olsaydım!” el-Kehf, 18/42. “O gün; zalim kimse parmaklarını ısırarak: “Ne olurdu
ben de peygamberle beraber bir yol tutsaydım da keşke falanı dost edinmeseydim!
Yazıklar olsun bana! Andolsun ki, Kur'an bana geldikten sonra beni ondan o
saptırdı. Zaten şeytan, insanı (ayarttıktan sonra) yalnız ve yardımcısız
bırakır” el-Furkân, 25/27-29. “Sonunda bize geldiğinde, arkadaşına: “Keşke benimle senin
aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü arkadaşmışsın!” der.”
ez-Zuhruf, 43/38. “Hesabımın
(yaptıklarımın) ne olduğunu da bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip
bitirseydi (yeniden dirilmek olmasaydı), “Malım (servetim) bana hiçbir yarar
sağlamadı. Saltanatım (güç ve kudretim) yok olup gitti.” el-Hakka,
69/26-9. “Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha
olsa da, mü’minlerden olsak!” eş-Şuarâ, 26/102, “Keşke toprak olsaydım!” en-Nebe,
78/40. “Keşke bu hayatım için
önceden bir şey yapsaydım” el-Fecr, 89/24.
[51] el-Mücâdile, 58/22.
[52] Hûd, 11/90.
[53] el-Bürûc, 85/14.
[54] el-Mâide, 5/54.
[55] Gazzâlî, a.g.e., IV,
592-601.
[56] İttibâ, “sağlam temeller
üzerine bina edilmiş, sahih ve güvenilir dinî bilgilerle gerekçelendirilmiş
söz, fikir, düşünce, inanç ve kanaatin peşinden gitmek” demektir. Dolayısıyla
temelleri çürük, hiçbir sağlam bilgi ve belgeye dayanmayan sapkın ve bozuk
fikirlere tabi olmak ve istikametten uzaklaşmak doğru değildir. Çünkü iman
edenin “delillere/karinelere bakarak” iman etmesi, inkâr edenin de “sağlam
kanıtlara/ hüccetlere bakarak” inkâr etmesi aklın ve mantığın gereğidir. Körü
körüne sahte şeyhlere/ sahte mehdilere/ sahte hocalara güvenen ve uydurma
rivayetlere/ çürük düşüncelere/ temelsiz iddialara ittiba edenler “ittibâ”
kavramının semantik analizini doğru yapmak zorundadırlar.
[57] Âl-i İmrân, 3/31.
[58] Sühreverdî, Şihâbuddin, Avârifü’l-Meârif,
(Tasavvufun Hakikatleri), Çev.: Abdulvehhâb Öztürk, Saadet Yay.,
İstanbul, 2010, s. 656.
[59] Serrâc, Ebû Nasr, el-Lüma’,
İslâm Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, Çev.: H. Kâmil
Yılmaz, Altınoluk Yay., İstanbul, 1996, s. 57; Kuşeyrî, a.g.e., s. 497.
[60] el-Enfâl, 8/2.
[61] Ayrıntılar için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu’l-Hasan el-Harakānî’nin Düşünce Dünyasında Allah Sevgisi”, JASSS, International
Journal of Social Science, Adıyaman 2016, Spring I, Number: 43, (p. 71-89).
Yorumlar
Yorum Gönder