Ümmet-i Muhammed’e Ayrıcalık Var mıdır? (31)
Ümmet-i Muhammed’e Ayrıcalık Var mıdır? (31)
Ahmed Bican’ın Envâru’l-Âşikîn adlı
eserinde yansıtığı “Ümmet-i Muhammed’e ayrıcalık” anlayışı sakat
bir anlayıştır ve böyle bir ayrıcalığın İslam’da yeri yoktur.
İlk bakışta böyle bir ayrıcalığın “zaten bulunmadığı”
düşüncesi akla gelse de mesele detaylı şekilde incelendiğinde çoğu müslümanın zihninde
“böyle bir ayrıcalık beklentisinin” olduğu anlaşılır.
Nitekim Ahmed Bican’ın naklettiği tövbe
konusundaki uzunca rivâyette, “Muhammed ümmetinin tövbesinin ne zamana kadar
kabul edileceği konusu” ele alınmakta, Cebrâil (a.s.), Muhammed ümmetinden
herhangi birinin ölmeden bir yıl evvel tövbe etmesi halinde tövbesinin kabul
edileceğini Hz. Peygamber’e haber vermekte, o, bu sürenin çok uzun olduğunu ve
biraz daha azaltılması gerektiğini söyleyince Cebrâil (a.s.) tekrar gidip
gelerek Allah’ın bu süreyi bir aya indirdiğini bildirmekte, Hz. Peygamber bu
teklifi de kabul etmeyince, Cebrâil aynı şekilde gidip gelerek süreyi bir aydan
bir haftaya, daha sonra bir güne, müteâkiben bir saate, en sonunda da can
boğaza gelinceye kadar indirildiği bilgisini getirmekte ve nihayet can boğaza
geldiğinde tövbe etse bile tövbesinin kabul edileceği” ifâde edilmekte, hemen arkasından
da “bu kişinin diliyle tövbe edemese de kalbiyle tövbe etse bile bunun da kabul
edilip o kişinin bağışlanacağı” anlatılmaktadır.
Muhammed ümmetinin tövbeyi yanlış
anlamasına neden olan bu uydurma rivâyet, kanaatimizce bazı müslümanları
tembelliğe, uyuşukluğa, gevşekliğe, nemelazımcılığa, kolaycılığa, sorumsuzluğa
ve “kulluğu ileri bir târihe erteleme hastalığına” sevk etmiştir. Çünkü tövbe
için daha vakitlerinin bol olduğunu düşünen insanlar günah işlemeye devam
etmişlerdir. Onların böyle düşünmesine yol açan bu ve benzerî rivayetler, müslümanların
Kur’an ve sahih sünnete uygun davranmasını engellemiştir.
Bize göre ümmet-i Muhammed’e umut aşılamak veya
“onları diğer ümmetlerden üstün göstermek” amacıyla uydurulan bu rivâyet “âyetler
dikkate alınmadan” üretilmiştir.
Zîra ayetlere göre can boğaza geldiği zaman
“zaten gayb perdesi kalkacağı ve görevli ölüm meleği/ melekleri görüleceği
için” son pişmanlık asla fayda etmeyecek ve o esnada yapılan iman da tövbe de geçerli
olmayacaktır.
Bu bakımdan Kur’an’da ölüm gelmeden önce
Rabb’e yönelmek, O’na teslim olmak, O’nun gönderdiği öğretiye uygun hareket
etmek emredildiği halde “söz konusu uydurma hadise inanıp güvenenler”, bu
hazırlığı yapmayı ertelemekte, o son ânı beklemekte ve maalesef
yanılmaktadırlar.
Öte yandan birkaç dakika içinde öleceğini
anlayan ve hiçbir kurtuluş ümîdi kalmayan hakikat inkarcısının o an ki îmânı
onu cehennem azabından kurtarmaya asla yetmeyecektir. Çünkü bu, Yüce Allah’ın bütün kulları
için koyduğu ve kıyâmete kadar değişmeyecek ilahi bir kanunudur.
Ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ancak
ölüm gelip çattığında “Şimdi tövbe ediyorum” diyenlerin
tövbesi hiçbir şekilde makbul değildir.
Diğer taraftan tövbenin yanlış
değerlendirilmesine yol açan ve müslümanları hatalı davranışlara sevk eden söz
konusu rivâyet, kıssacıların anlatım tarzını ve uslübunu yansıtmaktadır. Kuvvetle
muhtemeldir ki, “peygamberleri ve onların ümmetlerini yarıştıran bazı kimseler”
ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlerden üstün ve ayrıcalıklı olduğunu göstermek
ve onlara hava atmak amacıyla bu rivayeti üretmiş, ayrıca ümmet-i Muhammed’e
ümit aşılamak amacıyla da tedavüle sokmuş olmalıdırlar.
Bilinmelidir ki Yüce Allah, adaletinin bir
gereği olarak hiçbir ümmete ayrıcalık yapmamıştır ve yapmaz. Bu nedenle Hz. Muhammed
ümmetine de herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim,
Ehl-i kitâbın çoğunluğunun târihî süreçte sahih itikattan uzaklaşmalarının arkasında
“kendilerinden olanların kurtuluşa ereceğine” inanmaları,
kendilerini ayrıcalıklı ve üstün görmeleri, daha da ileri giderek “Allah’ın oğulları
ve dostları” olduklarını iddia etmeleri ve nihayet kulluğu terketmeleri
olduğunu haber vermiştir.
Şurası da bir gerçektir ki imtiyaz ve
ayrıcalık talep etme ve kurtulmuşluk/ seçilmişlik iddiaları “tevhîd inancına
aykırı” yanlış telakkîlerdir. Geçmişte Ehl-i kitâb, böyle bir inanca yöneldiği
için tevhidden uzaklaşmış, şirke batmış, kendi oluşturdukları böyle bir geleneğin
içine hapsolmuş, kurtuluş için bunu yeterli görmüş ve derin bir sapıklığa sürüklenmişlerdir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, şimdiden Ehl-i
kitâb’ın içine düştüğü bu yanlışlığı haber vererek “son peygamberin ümmetinin de
aynı hataya düşmesini engellemek” istemiştir.
Bize öyle geliyor ki, Müslümanlar da
Muhammed ümmetinden olmayı bir ayrıcalık olarak görür, yanlış
değerlendirmelerde bulunur ve kendi oluşturdukları böyle bir geleneğin içine
hapsolurlarsa, tıpkı Ehl-i kitâb’ın yaptığı o büyük yanlışı/ hatayı yapmış
olurlar.
Nitekim İsrâiloğulları Allah ile olan
sözleşmelerine aykırı davranmalarına rağmen bir “kurtulmuşluk/ üstünlük/
seçilmişlik” “hayaline/ duygusuna/ kuruntusuna” kapılmışlardır. Oysa Kitâb-ı
Mukaddes, onların düştükleri bu yanlışa dikkat çekmiş, sözlerine sâdık kalanları
övmüş, doğru yoldan sapan ve taşkınlık edenleri ağır bir dille eleştirmiş ve
günahlarından ötürü cezalandırıldıklarını haber vermiştir.
İsrâiloğullarına herhangi bir ayrıcalığın
olmadığını bizzat Kitâb-ı Mukaddes bildirdiği halde, onların hâlâ
kurtulmuşluk ve seçilmişlik iddiâlarını seslendirmeleri kitaplarını tahriften
başka bir şey değildir.
Zaten Kur’ân-ı Kerim, yahûdîlerin bir
kısmının vahyedilmiş sözlerin anlamını çarpıttıklarını ve sözleri asıl
bağlamından kopartarak spekülasyon yaptıklarını, sahih itikâdı bozmaya
çalıştıklarını, bu nedenle de dünyada onları manevi bir zilletin, ahirette de korkunç
bir azâbın beklediğini haber vermektedir.
Öte yandan Kur’ân-ı Kerim’de elbette ümmet-i
Muhammed’in yaptıkları övülmekte, güzel vasıfları zikredilmekte, insanlığın
iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluk oldukları, iyiyi emredip kötülüğü
nehyettikleri, Allah’a gönülden inandıkları, dengeli ve ölçülü oldukları, bu
özellikleri nedeniyle de tüm insanlığa model/ tanık/ şahit oldukları ifade
edilmektedir.
Bu bakımdan nasıl Hz. Peygamber, ümmetine örnek
olduysa müslümanlar da imrenilecek hayat tarzlarıyla tüm insanlığa örnek/
model/ tanık/ şahit olmak zorundadır.
Böyle örnek bir hayata sahip olmadığı halde, şeklen
ve ismen Muhammed ümmetinden olmayı “bir ayrıcalık ve cehennem azabından kurtuluşun
garantisi” olarak görmek doğru değildir. Kaldı ki Muhammed ümmetinden olmak bir
ayrıcalık değil, tebliğ ve temsil sorumluluğunun arttığının apaçık bir göstergesidir.
Envâru’l-Âşikîn’de bir müslümanın “müttaki ve muhsin olmasa” da cennete
girmek için “ümmet-i Muhammed’den olmasını yeterli gören” buna benzer pek çok uydurma
rivâyet mevcuttur. Bir Müslümanın bu uydurma rivayetlere güvenerek “üsve-i
hasene/ en güzel örnek” olan Hz. Peygamber gibi olmayı terk etmesi ve
“ismen Muhammed ümmetinden olmayı” yeterli görmesi “kendine yapacağı en büyük zulümdür.”
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim, seçilmişlik
ve kurtulmuşluk iddilarıyla ortaya çıkan ve diğer toplumlara tepeden bakanları
uyarmış, bu dünyada dini ve ahlâkî değerlere sahip çıkmayan toplumların yerine Yüce
Allah’ın başkalarını getireceğini haber vermiş, en baştan böyle sakat
bir düşünceyi reddetmiş ve ham hayallere kapılanları uyarmıştır.
Zira kendisine şahdamarından daha yakın
olan Yüce Allah ile sözleşmesini unutanların
âkıbetleri bellidir. İnsanın kendisine bahşedilen tüm nimetleri keyfine göre
kullanıp dini ve ahlakî sorumluluğunu unutması, ümmet-i Muhammed’den olmayı bir
ayrıcalık olarak görmesi, İslamî emirleri terk etmesi ve kendini tesellî etmesi
yanlıştır.
Sonuç olarak, sırf Muhammed ümmetinden
olmak, kurtuluş için asla yeterli değildir. İnsanlar her ne kadar mahşer yerine
“peşlerinden gittikleri kimselerle birlikte” gelecek olsalar da hesabı tek başlarına
vereceklerdir. Bu bakımdan Envâru’l-Âşikîn benzeri kitaplarda ortaya
konulan “ümmet-i Muhammed’e ayrıcalık” iddiaları Kur’an ve sahih sünnetten hiçbir
dayanağı olmayan züğürt tesellileri ve içi boş kof kuruntulardır. Bu nedenle
müslümanlara düşen asıl görev, Muhammed ümmetinin diğer bütün toplumlara örnek/
rehber/ tanık/ model olacak seviyeye gelmesi için canla başla çalışmaları ve İslâm’ı
tüm dünyaya doğru dürüst temsil etmeleridir.[1] (03.08.2007)
Yorumlar
Yorum Gönder