Mehdi'nin gelişi kıyametin bir alameti midir? (46)
Mehdi'nin gelişi kıyametin bir alameti midir? (46)
(مهدى) “mehdî” kelimesi Arapça’daki, (هدى) “he de ye” mastarından türeyen ism-i
mef’ul olup, “doğru yolu bulan, doğru yolda olan, yol gösteren, önde giden
öncü” mânâlarına gelmektedir. Klasik kaynaklarda ise, “kıyâmet
öncesinde zulüm ve adâletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip,
yeryüzünü adâletle dolduracağı ve İslâm’ı hâkim kılacağı söylenen Ehl-i beytten
bir kimse” şeklinde tarif edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “mehdî”
kelimesi geçmemektedir.
Hemen hemen bütün dinlerde, hatta ilkel
kavimlerde de “mehdî” düşüncesinin varlığı dikkatleri
çekmekte, dünya dinlerinin “ortak bir objesi” olduğu, temel yapı ve
elementlerinin birbirine çok benzediği görülmektedir. Nitekim iyi ile kötünün
mücâdelesi sürdükçe kaybeden tarafın böyle bir inanç içerisine girmesinin
mümkün olabileceği ifâde edilmektedir. Çünkü böyle ortamlarda ümîde ihtiyaç
olmakta, kurtarıcı bir motife bel bağlamak insanı ve toplumu rahatlatmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde böyle bir beklenti
mevcut değilken, halîfelerin şehid edilmesiyle başlayan
süreçte, siyâsî ve sosyal kargaşanın devam ettiği, zulüm ve ahlaksızlığın
boy gösterdiği saltanat devrinde “mehdî” bekleme inancının sosyal ve psikolojik
şartlarının oluştuğu bilinmektedir. Bu problemlerden çıkış için Kur’an ve sünnetin rehberliğine
sarılmak yerine, diğer din ve kültürlerin etkisiyle Kitab-ı Mukaddes’te
bahsedilen “Yahûdîleri esaretten kurtaran ve kutsal mabedi yeniden inşa edecek
olan” kral “Mesîh” tipi “mehdî” beklentisine girilmesi yanlış olmuştur ve bu,
doğru değildir.
Dînî inanç ve ibâdetlerin zayıfladığı,
savaşların sürdüğü, yabancıların baskı ve hâkimiyetlerini artırdıkları,
ekonomik düzenin bozulduğu devirlerde “mehdî” bekleme inancı yaygınlık kazanmaktadır.
Böyle dönemlerde insanlar, zulmün yerini
adâletin ve barışın, yoksulluğun yerini bolluğun aldığı, yeryüzünün cennete
dönüştüğü bir dünyada yaşamayı hayal ederek günlerini geçirmişlerdir. Zaten
her ferdin ve milletin en büyük arzu ve ideali “altın bir çağdır.” Nitekim
Homer’e “Odysseus”u, Yunan şairi Hesio’ya “İşler ve Günler”i, Sümerler’e
“Gılgamış Destanı”nı, Fârâbî’ye “el-Medînetü’l-Fâzılâ”yı yazdıran hep aynı
“özlem ve inanç” olmuştur.
“Mehdî”lerden beklenen görevlerin
neler olduğu konusu incelendiğinde de bazı beklentilerin arkasında yatan
nedenler çok daha iyi fark edilmekte ve birçok sorunun cevabı kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Nitekim rivâyetlerden anlaşılacağı üzere “mehdî”lerin en
başta gelen vazifeleri, ülkelerini içte ve dışta sulh ve adâlete kavuşturmaları
ve her yerde emniyeti sağlamalarıdır. Bütün dinlerdeki “mehdî” tasavvurlarında
özellikle bu konu üzerinde durulması dikkatleri çekmektedir.
Müstakbel “mehdî”nin genellikle ülkeyi
dışarıdan rahatsız eden komşu milletlerle ve içeride de istenmeyen gruplarla
savaştırıldığı görülmektedir. Mesela, Müslümanlar “mehdî”yi dışarda Bizans
ile içerde ise “Emevî saltanatının temsilcileriyle” savaştırmaktadırlar
ki, bu husus “mehdî” tasavvurunun “doğuş ve gelişmesindeki siyâsî sebeplere”
ışık tutmakta ve devrin “siyâsî akımlarının etkisini” gözler önüne sermektedir.
Sosyal sarsıntılarla ümitleri kırılan
insanlara mânevî güç ve ümit vermek için “iyi niyetle hadis uyduranlar” olduğu
gibi “siyâsî çıkarları için hadis uyduranlar” da olmuştur.
İnsanların neden “mehdî” beklentisi içine
girdikleri araştırıldığında da “değişik sonuçlarla” karşılaşılmaktadır.
Nitekim, “mehdî” ve “Mesîh”lerin peşlerine düşen kimselerin daima “bir
kurtarıcı arayanlar” olduğu, ruhlarının derinliklerinde bir karizma özlemi
yattığı, rasyonelliği inkâr ettikleri ölçüde duygularını serbest bıraktıkları, böyle
bir ruh haliyle de kişiliklerini her türlü dış müdâhale ve kontrole açık
tuttukları belirtilmektedir.
İşte böyle bir beklentiyi karşılamak
isteyen çıkarcı ve uyanık tipler de her dönemde ortaya çıkmış ve kötü
emellerine bu insanları alet etmişlerdir. Bu itibarla böyle sinsi kimselere fırsat
verilmemesi için “rivâyetlerin doğru değerlendirilmesi” ve Hz. Peygamber’e
âidiyetinin çok iyi tespit edilmesi gerekir.
Bu konuda kaynaklarda yer alan rivâyetler
incelendiğinde, “mehdî” ile ilgili farklı görüşlerin ortaya konulduğu
görülmektedir. Nitekim “mehdî”nin geleceğini ve rivâyetlerde haber verilenlerin
tamamını gerçekleştireceğini; “mehdî” beklemenin fıtrî olduğunu dolayısıyla
da bu ihtiyacın karşılanması gerektiğini; bu hadislerin içerisinde sahih,
zayıf ve uydurma olanların bulunabileceğini; ancak, te’vilin çok iyi
yapılması gerektiğini söyleyerek bu fikri savunanlar bulunmaktadır.
Buna mukâbil, “mehdî” ile ilgili
rivâyetlerin çoğunluğunun tartışmalı olup tutarsızlıklarla ve çelişkilerle dolu
olduğunu; siyâsî olan bir meselenin zamanla dînî bir şekil
aldığını; bir kısım rivâyetlerin Kur’an ve sünnetle telifinin mümkün
olmadığını; bu düşüncenin İslâm toplumuna büyük zararlar verdiğini;
kurtarıcı “mehdî” inancını, İslâm’ın değil “kültürün” ödünç aldığını, Kur’an
varken “mehdî”ye ihtiyaç bulunmadığını; “mehdî” beklemenin bir inanç esası
olarak benimsenmesinin mümkün olmadığını belirtenler de vardır.
“Mehdî” inancı ile ilgili bir diğer görüş
ise, tartışmalı bu inancın Sünnîlik içerisine “tasavvuf kanalıyla ve kıssacı
vaizlerin katkılarıyla” girmiş olduğu; çoğu kere bağımsız bir güç olarak
kendini gösterdiği; bu hareketin toplumlar için bir “emniyet sübabı” olduğu ve
İslâm toplumlarına “dînî-ictimaî ve siyâsî bir dinamizm” kattığı görüşüdür.
Ancak bu görüşe katılmayanlar; “Mehdî”
inancının insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun,
harekete geçilmesini bile engellediğini, kitleleri mehdî beklemeye ittiğini,
zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere
yerleştirdiğini ve Müslümanları çözümsüzlüğe ve atalete sürüklediğini” ifade
etmektedirler.
Kanaatimizce düşman istîlasından kurtulmak
için başlatılan mücâdelelere “mehdî” düşüncesinin sağladığı heyecanı ve katkıyı
kabul etmekle beraber, önemli olan “kurtarılmayı bekleyecek bir duruma
düşmeden evvel” gereken her türlü çabayı ve gayreti göstermek ve iyi bir
konumda bulunmaya çalışmak olmalıdır. Zîra bir milletin ilerlemesi ve gelişmesi
için “mehdî” beklemeye değil, “çalışmaya, kendine güven duymaya, hırsa, azime,
ideale, kararlılığa, gayeye, başaracağına olan inanca, teknolojik silahlar
üretmeye ve geliştirmeye” vs. ihtiyacı vardır. Zira gayesiz ve hedefsiz hiçbir
ilerleme mukadder değildir.
“Dünyayı fâni, hayatı hakir, hırsı haram
görecek derecede seviyesi düşmüş, inancı bozulmuş, gayesi mahvolmuş bir
cemiyetin” ilerlemesi mümkün olmadığı gibi, son anda içine düştüğü
sıkıntılardan kendisini kurtarmayı başarması da “övünülecek ve abartılacak bir
husus” değildir.
“İslâm’ın kıyâmete kadar yeryüzünde
bekâsı için ümmeti koruyacak bir akıla, hidâyete götürecek bir îmâna ve kendini
savunacak bir güce ihtiyacı vardır. Bunun için de ümmet, kendi hidâyetini
kendisi bulmalı, kendi “mehdî”sini içinden kendisi çıkartmalıdır. Yoksa bir
imam “mehdî” gelip ümmeti zillet ve fesattan, zevâle uğramaktan kurtaracak
değildir. Böyle bir düşünce bâtıl bir kuruntudan ibârettir. Hem Kitab-ı
Hakîm’in irşadına hem de Allah’ın sünnetine aykırıdır.”
Bununla beraber Yüce Allah’ın hiçbir insana
beşer üstü bir kudret vermediğini, dünyayı düzeltmeyi, yeryüzünün tamamını
adâletle doldurmayı ve insanları refaha ulaştırmayı “peygamberlerin bile
başaramadığını” da unutmamak gerekir.
“Mehdî” özlemini yansıtan rivâyetlere
Buhârî ve Müslim’in eserlerinde hiç yer vermedikleri de dikkate alınacak
olursa, onların kanaatlerinin de hangi yönde olduğu anlaşılır. Zîra Hz.
Peygamber’in bile birçok sıkıntılara katlandığı göz önüne alındığında, “mehdî”nin
kısa süre içinde dünyayı adâletle dolduracağı ve insanlar arasında refahı
sağlayacağı iddiası tam bir ütopyadan ibârettir. Böyle bir durum,
“kurtarıcı”yı “Hz. Peygamber’in önüne geçirmek” demektir ki bunu hiçbir
Müslümanın onaylaması ve savunması mümkün değildir.
Sonuç olarak, “mehdî” ile ilgili
rivâyetlerin çoğunluğu tartışmalı olup tutarsızlıklarla ve çelişkilerle doludur.
Siyâsî olan bir mesele zamanla “dînî bir şekil” almıştır. Ayrıca bazı rivâyetlerin
de Kur’an ve sünnetle telifi mümkün değildir. Müslümanlara büyük zararlar veren
kurtarıcı “mehdî” inancını İslâm değil “kültür” ödünç almıştır. Kur’an varken
“mehdî”ye ihtiyaç yoktur. Âhir zamanda gelecek ve tebliği kıyâmete kadar
geçerli olacak zât/ mehdî Hz. Peygamber’dir. Hayallerindeki olağanüstülükleri
yaşatacak müstakbel bir kurtarıcı beklentilerini muhâfaza edenlerin “Kur’an’a
aykırı da olsa bu görüşlerini İslâm ile sentezleyerek sürdürmeye çalışmaları”
yanlıştır. Kur’an’a göre âhir zamanda beklenen “Mesîh” veya “mehdî” gelmiştir; onun
adı da Hz. Muhammed Mustafa’dır.[1] (16.11.2007)
[1] Ayrıntılı
bilgi için Dr. Ahmet Emin SEYHAN’ın, “Hadislerde Kıyamet Alametleri”
adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 210-214.
Yorumlar
Yorum Gönder