Kutb, Evtâd, Nücebâ, Nükebâ, Abdal ne demektir? (57)
Kutb, Evtâd,
Nücebâ, Nükebâ, Abdal ne demektir? (57)
Halk arasında ve özellikle tasavvufa yakın ilgi duyan çevrelerde
“Kutub, Evtâd, Nücebâ, Nükebâ, Abdal, Ahyâr vs. kavramlar” yaygın olarak
kullanılmaktadır.
Tasavvufi anlayışa göre “kutub”, rical hiyerarşisinin başıdır;
yani; “veliler zümresinin başkanı, dünya ve âlemin manevi yöneticisidir” ve
onun işgal ettiği makama da “kutbiyyet” denilir. Kutbun yönetimi altında
bulunduğuna inanılan çeşitli veli gruplarının her birinin başkanına da “kutub”
adı verilir. Bu durumda birinci anlamdaki kutbu diğerlerinden ayırmak için ona
“kutbu’l-aktâb” denilir. Kutubdan sonra vezirleri konumunda olan “iki imam”
gelir. Kutub ve bu iki imama “üçler” denir. Bu iki imamı “evtâd” takip eder. “Evtâd”
âlemin dört yönünde görevlendirilmiş “dört velidir.” Evtâdın her biri “peygamberin
kalbi” üzeredir ve dört büyük meleğin ruhaniyetinden yardım alır. “Abdal” ise, dört
evtad, iki imam ve bir kutub olmak üzere “yedi kişi”dir. Bu hususta en yaygın
telakki, “Abdal”ın “yedi” veya “kırk kişiden” meydana geldiği şeklindedir. Abdallar
her asırda mevcut olup yeryüzünde durmadan seyahat eden “ricalu’l-gayb” zümresindendir.
“Nücebâ” insanları ıslah etmeye, sıkıntılarını gidermeye çalışan, bütün
yaratıkların manevi yüklerini taşımakla mükellef “kırk kişidir.” “Nükebâ” ise,
Yüce Allah’ın bâtın isminin tecellileri olan “üç yüz kişidir.” Bunlar, insanların
bâtınlarına yönelip nefislerinde bulunan gizli şeyleri aşikâr hale getirirler.
İbnu’l-Arabî’ye göre “Nükebâ” feleklerin burçları sayısıncadır, yani “on
kişidir.” Kutbun nazarının dışında olan velilere de “efrâd”denir.[1]
Görüldüğü üzere tasavvufi anlayışa göre “herkes tarafından kolayca
tanınamayan veya gizli olan hakikatlere/ sırlara vakıf olan” kişilere “ricalu’l-gayb”
denilmekte ve bu seçkin kişilerin arasında “belirli bir düzen ve hiyerarşi” olduğu
anlaşılmaktadır.
Kanaatimizce “ricalu’l-gayb inancı”, sufilerin hayal
dünyalarında ürettiği, kendilerini diğer insanlardan üstün ve ayrıcalıklı gösteren
fantastik (gerçekte var olmayan, gerçekle ilgisi olmayan, hayali) bir inançtır.
Çünkü ne Kuran’da ne de sahih hadislerde böyle bir inançtan söz edilmiştir.
Ayrıca ne ilk Müslümanların ne de ilk sufilerin literatüründe böyle bir kavram
yer almıştır. Bu inancın oluşumunda Şiî ve Bâtınîliğin derin etkisi fark edilmektedir.
Nitekim İbn Teymiyye ve İbn Haldun, bu inancın İsmailiyye’den (Şianın müfrit ve
batıni bir mezhebi) alındığını kaydetmişlerdir. İbn Teymiyye’ye göre “ricalu’l-gayb inancı” Şiiler'in “masum imam” veya astronomi
âlimlerinin “kutub fikrinden” kaynaklanmış olup temelinde “Allah’ı hükümdara
benzetme fikri” yatmaktadır. Yüce Allah’a ait bazı sıfatların kutba
atfedilmesi, “gavstan istimdat istenmesi tasavvuru” İslam'ın tevhid anlayışıyla
taban taban zıttır.
Görüldüğü üzere “ricalullah” veya “ricalu’l-gayb” inancı “dinle”
değil “kültürle” alakalı bir konudur. Müslümanların yaşadığı ülkelerde “üçler,
yediler, kırklar” gibi isimler verilen yerleşim birimleri, dağlar, göller,
nehirler, çeşmeler ve binaların olması ve bu isimlerin tarikat kültüründe
yaygın olarak kullanılıyor olması bunların “İslami açıdan doğru oldukları”
anlamına gelmez. Zira atalarından gördükleri yanlışları sorgulamayan, körü
körüne bunları alıp sürdüren ve düzeltmeyenler de Allah katında sorumludurlar.
Bu bakımdan söz konusu isimler “bir kültür” olarak kalabilir, ancak “inanca”
dönüşür ve dinin asıllarındanmış gibi algılanmaya başlanırsa o takdirde Müslümanların
tevhidden uzaklaşıp şirke batması kaçınılmaz olur.
Kanaatimizce sufi çevrelerin ısrarla savunduğu “ricalu’l-gayb” inancının arka planında hem “Şiîliğin derin izleri” hem
de o kültürden etkilenenlerin ürettiği “uydurma hadisler” vardır. Örneğin Abdullah
b. Mes’ud’a nispet edilen şu uydurma hadis onlardan biridir:
“Allah’ın insanlar arasında kalpleri “Hz. Âdem’in kalbi” üzere
olan “üç yüz”, Hz. “Mûsâ’nın kalbi” üzere olan “kırk”, “Hz. İbrâhim’in kalbi”
üzere olan “yedi”, “Cebrâil’in kalbi” üzere “beş”, “Mikâil’in kalbi” üzere “üç”,
“İsrâfil’in kalbi” üzere “bir kulu” vardır. Sonuncusu ölünce üçlerden birini;
üçlerden biri ölünce beşlerden birini; beşlerden biri ölünce yedilerden birini;
yedilerden biri ölünce kırklardan birini; kırklardan biri ölünce üç yüzlerden
birini; üç yüzlerden biri öldüğünde ise halktan birini onun yerine getirir. Yüce
Allah, onların duaları sebebiyle canlıları diriltir, öldürür, yağmur yağdırır,
bitkileri çıkarır ve yeryüzüne gelmesi muhtemel olan her türlü belâ ve musîbeti
defeder.”
İbn Mes’ud’a; ‘Allah’ın onlar sebebiyle öldürmesi ve diriltmesi
nasıl olur?’ diye bir soru sorulduğunda o şu cevabı vermiştir:
‘Onlar, Yüce Allah’a ümmetlerin çoğalması için dua ederler,
ümmetler çoğalır. Zulmedenlere beddua ederler, onların boyunları kırılır.
Yağmur yağması için dua ederler, yağmur yağdırılır. Bereket için dua ederler,
yeryüzü onların duaları sebebiyle canlanır. Onlar dua ederler, her türlü belâ
yeryüzünden kaldırılır.”
Abdullah b. Mes’ud’un adının karıştırıldığı bu uydurma rivayeti Ebû
Nu’aym el-Isfahanî Hilyetu’l-Evliya adlı eserinde, Deylemî de Müsnedü’l-Firdevs
adlı kitabında zikretmiştir.
Biz bu rivayeti temel hadis kaynaklarında tüm araştırmalarımıza
rağmen bulamadık. Hadis âlimi Zehebî, rivayetin senedinde yer alan Osman b.
Umâre’nin tercemesinde (biyografisinde) bu rivâyeti zikretmiş ve sonunda; “Bu
yalanı uyduran kişiyi Allah kahretsin!” demiştir.
Ebû’l-Vefâ el-Halebî (ö. 841/1437) de, adı geçen râvînin
tercemesinde bu rivâyeti naklettikten sonra Zehebî’nin kanaatine yer
vermiştir. İbn Hacer de bu rivâyetin senedinde meçhul
râviler olduğunu kaydetmiş, Osman b. Umâre’nin biyografisinde bu rivâyeti nakletmiş
ve Zehebî’nin ettiği bedduanın aynısını tekrarlamıştır.
Senedde yer alan diğer râvî Abdurrahman b. Yahya b. el-Edemî’nin
de aynı şekilde cerh edildiği görülmektedir. Heysemî, Ubâde b. Sâmit’ten benzer
bir rivâyeti Bezzâr ve Taberânî’nin tahric ettiğini belirtmiş, Taberânî’nin
isnadında yer alan Ömer ile Bezzâr’ın isnadında yer alan Anbese b. el-Havvâs
adlı ravileri tanımadığını ifade etmiştir.
İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201), Mevzûât adlı uydurma
hadisleri topladığı eserinde bu rivâyeti zikretmiş ve “Abdal, Aktâb, Ağvas, Nükebâ,
Nücebâ ve Evtâd ile ilgili bütün hadislerin “uydurma” olduğunu kaydetmiştir.
İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) de, “Abdal, Aktâb, Ağvas, Nükebâ,
Nücebâ ve Evtâd hadislerinin tamamının asılsız olduğunu” söylemiştir. Suyûtî
de aynı kanaati izhâr etmiş, hadisçi İbn Arrâk (ö. 963/1556) da bu görüşe
katılmıştır. Günümüz hadis araştırmacılarından Nasiruddin el-Elbânî de bu
rivâyetin “uydurma” olduğuna hükmetmiştir.
Tekrar ifade edecek olursak, günümüzde bu tür uydurma rivâyetleri genellikle sûfi
çevreler sahiplenmekte ve ısrarla savunmaktadır. Kanaatimizce “ricâlü’l-gayb”
(gayb erenleri, üçler, beşler, yediler, on ikiler, kırklar, yetmişler, üç yüzler
vs.) inancı ile ilgili bütün rivayetler uydurmadır ve böyle bir inancın
İslam’da yeri yoktur. Zira ilk dönemlerden beri bu inancın arkasına saklananlar,
topluma kendilerini daha rahat kabul ettirmek ve halkın desteğini sağlamak
amacıyla Hz. Peygamber’e veya sahâbeden birine nispet ettikleri bu tür uydurma
hadisleri sahiplenmiş, savunmuş ve yaygınlaştırmışlardır.
“Ricâlü’l-gayb inancıyla” ilgili hadisler üzerinde çalışma yapan günümüz
hadis araştırmacıları da, bu tür rivâyetlerin genellikle dördüncü ve
beşinci sınıf hadis kitaplarında yer aldığını, muhaddislerin çoğunluğu
tarafından tenkîd edildiğini belirtmiş ve bunların çoğunun “zayıf”, “uydurma”
veya “asılsız” olduğu neticesine ulaşmışlardır.
Sonuç olarak, Zehebî’nin bedduası gayet yerinde olup,
isnadında cerh edilmiş raviler bulunan ve metninde de beşer ölçülerinin
ötesinde ulaşılması imkânsız ifadeler barındıran söz konusu rivâyet uydurmadır.
Dolayısıyla bu ve benzeri rivayetleri Hz. Peygamber’e yahut sahâbeye nispet
ederek insanlara “din diye anlatanlar” da, “onlara inanıp dinleyenler” de son
derece dikkatli olmalıdır. Zira Yüce Allah’a ait bazı sıfatların “ricâlü’l-gayb”e atfedilmesi, gavstan/ kutuptan/ aktabtan/
abdaldan vs. istimdat istenmesi (Yetiş ya falanca!! gibi) İslam’ın tevhid
anlayışına taban tabana zıttır ve böyle yapanların “ilerleyen zamanlarda” İslam’dan
uzaklaşmaları ve söz konusu aracıları (hahamlar/ papazlar/ rahipler/ azizler/
veliler/ din adamları) ilah edinip onlara tapınmaları kaçınılmaz bir sondur.[2] (18.01.2008)
Yorumlar
Yorum Gönder