Fetö ve Benzeri Zihniyetler, Dürüst İlahiyatçılar ve Beklenen Ödüller
Fetö ve benzeri
zihniyetlerin yıllar öncesinden ipliklerini pazara çıkaran, yalan, dolan ve
sahtekârlıklarını ortaya döken, temel dinî argümanlarını çürüten, böylece milletini
uyaran samimi ilahiyatçıların yaptıkları neden görmezlikten gelinir,
ödüllendirilmez, üstelik bir de suçlu ilan edilip cezalandırılmaya çalışılır?
Bu konuda her mü’minin üzerine
düşen vazifeyi yapması, konuyu araştırması, düşünmesi, doğru cevaplar bulması, bu
tür haksız ithamlardan sakınması ve samimi ilahiyatçıların ödüllendirilmesini
talep etmesi gerekir.
Zaman zaman tv’larda
konuşan bazı siyasetçi, gazeteci ve akademisyenler, genelleme yaparak tüm
ilahiyatçıları suçlamakta, hiçbir araştırma yapmadan, ellerinde somut veriler olmadan
konuşmakta ve “bu gizli tehlike konusunda neden erken uyarı vazifesi
yapmadıkları konusunda” İlahiyat Fakültelerindeki tüm hocaları suçlamakta ve
zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu iddiayı
seslendirenlerin pek çoğu, paralel yapının güçlü olduğu dönemlerde din
düşmanlığı yapmaktan çekinmemiş, o yapının kanatları altına sığınarak parsadan
pay kapma, makam elde etme ve konumlarını daha da sağlamlaştırma telaşına
kapılmışlardır. Şimdi de utanmadan ahkam kesmekte ve dürüst ilahiyatçıların eskiden
beri yaptıkları çalışmalarını, tezlerini, makalelerini, tebliğlerini ve camilerde
halka yaptıkları vaazlarını görmezlikten gelip onları ademe (yokluğa, hiçliğe)
mahkum etmekte, bir de pervasızca onları suçlu ilan etmektedirler.
Bundan dolayıdır ki, aklı
başında mü’minler daha o günlerde söz konusu paralel devlet yapılanmasıyla iş
tutan böyle tiplerin şimdilerde bu tür konuşmalarına ve hedef saptırmalarına aldanmamalıdır.
Zira bu tür omurgasız ve ilkesiz tipler her dönemde olmuştur ve muhtemelen bundan
sonra da olacaktır. İslâm dini ne çektiyse bu tür ikiyüzlü, yarım gönüllü, müslüman
görünümlü sahte dindarlardan ve Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran adamlardan
çekmiştir. Çünkü bu takiyyeciler her dönemde bukalemun misali renk
değiştirme konusunda uzmanlaşmış, kendilerini gizleme konusunda sınıf atlamış, hem
yöneticileri hem de milleti aldatmışlardır. Dolayısıyla mü’minlerin artık bu
palavracı adamların, bir başka ifadeyle konjonktürel müslümanların sözlerine
inanmamaları ve “zor zamanlarda gerçeği söyleyen asil ruhlu insanlarla”
birlikte hareket etmeleri icap eder.
Örneğin bu satırların
yazarı 2006 yılının Şubat ayında tamamladığı doktora tezinin “Fiten
Hadislerinin Günümüz Dinî Kültürüne Etkileri” bölümünde “Mehdî bekleme
fikrinin doğru olmadığını, her dönemde bu tür rivâyetleri istismar edenlerin
çıkabileceğini, beklenen Mehdî’nin geldiğini, adının Hz. Muhammed olduğunu,
onun da Kur’ân-ı Kerîm’i getirdiğini savundu. Mehdî’nin geleceğini, kısa sürede
dünyayı huzur ve adaletle dolduracağını ve insanlar arasında hakkı, adaleti ve
refahı sağlayacağını iddia etmenin bir ütopyadan ibaret olduğunu, Hz.
Peygamber’in asla böyle bir şey söylemediğini ve söyleyemeyeceğini” yazdı. (Bkz.
Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyâmet Alâmetleri,
(Envâru'l-Âşikîn Örneğinde), Tuğra Ofset,
Isparta, 2006, s. 460-467, 470).
Aynı şekilde “Hz.
İsa’nın gökte yaşadığına ve kıyamete yakın yeryüzüne geri döneceğine dair
Kur’ân-ı Kerîm’de kesin bir âyet/ delil bulunmadığını, rivâyetlerden böyle bir
sonuç çıkartmanın isabetli olmadığını, zira söz konusu rivâyetlerin
isnadlarının problemli, metinlerinin ise çelişkilerle dolu olduğunu” ortaya
koydu. Böylece Fetö ve benzeri zihniyetlerin temel tezlerini/ iddialarını tenkit
etme cesaretini gösterdi ve mü’minleri uyardı. (Bkz. Seyhan, a.g.e.,
s. 470-471). Ancak ne acıdır ki bunun
bedelini yıllarca ödedi ve hâlen de ödemeye devam ediyor.
Oysa onun amacı; aldığı
maaşı helal ettirmek, bu aziz millete, tüm müslümanlara ve aynı mitolojilere
inandırılmaya çalışılan “insanlığa” karşı görevini yerine getirmekti. Bu
tezi yazarken “farklı düşünceleri” savunduğunu, bu nedenle de başına türlü
türlü belaların gelebileceğini tabi ki o da biliyordu ve buna karşı da “manen” hazırlıklı
idi. Çünkü o, “hasbî” bir insandı, “hesabî” davranamazdı ve ulaştığı
hakikatleri gizleyemezdi. Ahiret günü ağzına ateşten bir gem vurulmasını asla
istemezdi. Dolayısıyla mert ve asil bir insan olarak Yüce Rabbine sığındı, sadece
O’ndan korktu; O’na güvendi; gelebilecek her türlü tehlikeyi göze aldı ve bu gerçekleri
yazmaktan çekinmedi. Doktora tezini 2006 yılının Şubat ayında savundu ve aynı
yıl Mart ayında kendi imkânlarıyla bu kitabı (6000 adet) bastırıp tüm ülkede dağıtımının
yapılmasını sağladı. Zor günler yaşadı ama yılmadı, Rabbinin yardımını daima yanında
hissetti; çünkü o sadece Yüce Allah’a teslim olmuş ve O’na güvenmişti.
Tekrar ifade edilecek olursa
bu satırların yazarı “Hadislerde
Kıyamet Alametleri” adını verdiği doktora tezinde “söz konusu terör örgütünün
ve benzeri zihniyetlerin” temel dayanak noktalarından en önemlisini teşkil
eden “İsâ’nın nüzulü ve Mehdî’nin gelişi” gibi iki önemli konuyu haber
veren hadislerin tamamının “zayıf
veya uydurma” olduğunu kayda geçirdi; böyle bir düşüncenin yanlışlığını eleştirdi.
1400 yıldır İslâm âlimlerinin kahir ekseriyetinin savunduğu baskın ve yaygın kanaatten
yana değil, tam tersine azınlıkta kalan görüşten yana oldu; ama ne acıdır ki
onu dinleyen pek çıkmadı. Lakin uyarılarında ne kadar haklı olduğunu “15 Temmuz
2016 gecesi yaşanan acı olaylar” gösterdi. Aziz milletimiz bu rivâyetlerde
anlatılan masallara/ mitolojilere inanan/ inandırılan, karıncayı bile ezmekten
korktuklarını düşündüğü “muhabbet fedailerinin (!!!)” nasıl alçakça cinayetler
işleyebileceğini, kendi vatandaşlarının üzerine bombalar yağdırabileceğini
gözleriyle gördü; bu vahşeti dehşetle ve hayretle izledi.
Elbette bu satırların yazarı çoğunluğu karşısına almanın
ve azınlıkta kalan bir görüşü/ düşünceyi savunmanın maliyetinin/
bedelinin ne olabileceğini çok iyi biliyordu; ama bunun hesabını yapmadı; ürkek,
pasif, pısırık, korkak ve çekingen davranmadı. Nitekim böyle bir içtihadı
savunmanın bedelini “Fetö ve benzeri yapılar tarafından” yıllarca üniversiteye
öğretim üyesi yapılmayarak, pasif görevlerde tutularak, soruşturmalara maruz
bırakılarak ve hep dışlanarak ödedi. Nihayet 2012 yılında kimsenin gelmediği, gelince
de bir yolunu bulup kaçmak istediği “soğuğu meşhur Kars’a” geldi ve ancak bu
şekilde öğretim üyesi olmayı başarabildi.
Diğer taraftan Diyanet
İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş 2006 yılında yazılan bu doktora
tezini iki köşe yazısıyla savunarak “aziz milletini uyarı vazifesini yapan
ilahiyatçılardan bir diğeri olma şerefine” nail oldu. Nitekim kendileri, 28 ve 29 Kasım 2007 tarihlerinde Vatan Gazetesi’ndeki
köşesinde kaleme aldığı iki
ayrı yazıda “bu tezin kıyamet alâmetleri
konusunda yapılmış ilk doktora tezi olduğunu, işin gerçeğini öğrenmek
isteyenlerin bu bilimsel kitaba müracaat etmeleri gerektiğini ve uydurma rivâyetleri
terk etmelerinin uygun olacağını” söyledi. Maalesef doktora tezinde savunulan
bu düşüncelere Prof. Dr. Süleyman Ateş ve benzeri birkaç İlahiyat hocasından
başka yeteri kadar destek olan çıkmadı.
Dolayısıyla bu doktora
tezinde savunulan fikir ve görüşlere itibar edilmediği için adı geçen terör
örgütünün lideri kendini “beklenen sâlih zat, seçilmiş kutsal insan, Mehdî”
olarak göstermeye, Allah ve Peygamber ile haftalık görüşmeler yaptığı iddiasını
dillendirmeye/ seslendirmeye ve “gökte yaşayan Hz. İsâ’nın manevî
şahsiyetinin kendi bedenine hulûl ettiği” yalanıyla taraftarlarını kandırmaya
devam etti. Bu yalanlara onları inandırmayı başardı; çünkü tefsir ve hadis
kaynakları başta olmak üzere DİB’in de yayınladığı eserlerde “Mehdî’nin
geleceği, Hz. İsâ’nın da gökten ineceği ve yeryüzünü barış ve adaletle
dolduracağı” anlatılmaktaydı.
Aynı şekilde İslâm âlimlerinin
çoğunluğu da asırlardır bu rivâyetlere inanmakta, halka bunları ballandıra
ballandıra anlatmakta ve bu tür sahtekârların eline koz vermekteydi. İşte gözünü
hırs ve kin bürüyen ve güç zehirlenmesi yaşayan bu adam, tüm bu kitaplarda yazılanları
ve halka vaazlarda anlatılanları usta bir şekilde kullandı, yandaşlarını bu
yalanlara inandırmayı başardı ve sorgulamayan ve körü körüne itaat eden bu
adamları kötü emellerine alet etti. (Bu hain adamın eline böyle bir koz verenlerin
ve milletin gafil avlanmasına neden olanların üstlendikleri vebalin ayrı bir
yazının konusu olduğunu buradan hatırlatmakla iktifa ediyor ve köşe yazımıza
devam ediyoruz.)
Bu bakımdan adı geçen örgütün
temel felsefesinin yanlışlığını bir doktora teziyle ortaya koyan gerek şahsımın
gerekse aynı cesareti gösteren samimi ilahiyatçıların bu gayretlerinin görmezlikten
gelinmesi, “ilahiyatçıların bir şey yapmadığı” yalanının ortaya atılması üzüntü
vericidir. Dolayısıyla söz konusu şahısların iddialarının temelsiz/ mesnetsiz
olduğunun gösterilmesi ve çürütülmesi gerekir. Bu nedenle cesur, hasbî ve mert
vatan evlatlarının onure edilmesi icap eder. Aksi takdirde ilerleyen yıllarda müstakbel
ilahiyatçıların gerçekleri yazma ve söyleme cesaretini kendilerinde bulamaları
söz konusu olamayacaktır.
Benzer şekilde bu
satırların yazarı darbeden beş ay önce (Mart 2016) Rağbet Yayınları tarafından
basılan doçentlik tezinde de bu örgütün en çok kullandığı temel tezlerden bir
diğerini teşkil eden “kutsal insan”
algısının yanlışlığını, din adamlarını tanrılaştırmanın sakıncalarını, onların
sözlerini tartışmasız emir telakki etmenin zararlarını, bir insanın kutsalı
veya kutsallığı üretemeyeceğini, kutsalın kaynağının sadece Yüce Allah
olduğunu, Allah’tan başka herhangi bir
varlığa münezzehlik anlamında kutsallık atfetmenin ve onu “saygın, sorgulanamaz
ve dokunulmaz” kabul etmenin kesinlikle yanlış olduğunu, böyle bir anlayışın insanoğlunu en büyük
günah olan “şirke” götüreceğini delilleriyle ortaya koydu. (Bkz. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kutsiyet Atfedilen Fenomenlerin Dinî Değeri (Hacerülesved
Örneği), Rağbet Yay.,
İstanbul 2016, s. 50, 51, 59, 61, 63, 65).
Görüldüğü üzere hem doktora
hem de doçentlik çalışmasında böyle önemli konulara parmak basan birinin
ve onun gibi sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen cesur ilahiyatçıların
takdir edilmesi genç ilahiyatçılar için teşvik edici olacak ve onların ellerini
istismarcılara karşı güçlendirecektir. Aksi takdirde ilahiyatçılar gelecek tepkilerden,
sürgünlerden, itibarsızlaştırma girişimlerinden, pasif görevlere getirilmekten
veya işten atılmaktan korktukları için susarak ulaştıkları hakikatleri gizleme
yanlışına düşebileceklerdir.
Pek tabidir ki, bu
özgürlükçü/ çok sesli ortamı hazırlamayanlar, bu tür istismarcı gruplara,
hiziplere ve takımlara karşı tavır ortaya koyan Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof.
Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar, Prof. Dr. Mehmet Okuyan,
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Ahmet Keleş gibi akademisyenleri
ödüllendirmeyenler vebal altında kalacaklarını bilmelidirler. Zira sıradan
meselelerde veya çok basit konularda ödül törenleri düzenlenip birtakım
yazarlara, sanatçılara, artistlere, sporculara vs. ödüller verilirken, “sosyal
bilimler alanında çalışan dürüst, ilkeli ve cesur ilahiyatçılara” üvey
evlat muamelesi yapılması, yaptıkları önemli/ hayatî çalışmaların görmezlikten
gelinmesi, üstelik suçlu ilan edilmeleri doğru değildir. Artık bu gerçekler
fark edilmeli ve bu vahim hatadan derhal dönülmelidir. Çünkü marifet iltifata
tabidir. İltifat gösterilmeyen malın zayi olacağı, kalite tezlerin,
çalışmaların, kitapların üretilmeyeceği, üretilen uyduruk/ kıytırık tezlerin de
insanlara hiçbir fayda sağlamayacağı açıktır. Zira görünen köy kılavuz istemez.
Uydurma rivâyetlerle dolu kitapların bu millete nelere mal olduğu ortadadır.
Hâlâ bu gerçeği görmek istemeyenler ise sefihlerden başkası değildir.
Sonuç olarak, bütün bu ve
benzeri örgütlerle/ fırkalarla/ takımlarla/ hiziplerle/ gruplarla mücadelede
başarılı olunmak isteniyorsa yıllar öncesinden hakikati haykıran
ilahiyatçıların kaliteli çalışmalarının dikkate alınması, ulaşılan farklı
fikirlerin topluma sunulması, bu tür yapılarla “zihni planda mücadele eden ve
haklı oldukları yakın zamanda yaşanan acı ama ibret verici olaylarla tescillenen
onurlu ilahiyatçıların” dedikodularla yıpratılmaması, susturulmaması, tam aksine
takdir edilmesi, desteklenmesi ve ödüllendirilmesi lazımdır. Bu yapıldığında samimi
ilahiyatçıları itibarsızlaştırmaya yeltenenlere de hadleri bildirilmiş
olacaktır. Bununla birlikte düşünce ve fikir özgürlüğü ortamı oluşturulmadığı takdirde
kitman-i ilim yapanların (gerçeği gizleyenlerin) sayısının giderek artacağı da
unutulmamalıdır. Çünkü mağdur edilmekten korkan insanlar susacak ve “susmak
zorunda kalanları” suçlamanın da hiçbir anlamı olmayacaktır. Zira
gerçekleri konuşanların veya yazanların başına türlü türlü belaların geldiği
bir ortamda “düşünce ve fikir üretmek ve bunu açıkça ifade etmek” imkânsız
hâle gelecektir. Dolayısıyla herkesin elini taşın altına koyması; merdiven altı
din tüccarlarından gelecek tehditlerden korkmaması ve din ile aralarına mesafe
koyanların tavırlarına aldırmaması gerekir. Bu ülkede yaşayan aklıselim sahibi
kimselerin yapmaları gereken “çok sesli ve özgürlükçü ortamı oluşturmak, farklı
görüşlerin seslendirilmesine imkân/ zemin hazırlamak ve halkın bu düşüncelerden
istifade etmesinin önünü açmak” olmalıdır. (02.02.2018)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder