Terör Örgütleri veya Sahte Tarikatların Pençesine Düşenlere Tavsiyeler
Özellikle son üç yıldır bu konuyla alakalı
birçok makale kaleme alarak insanları uyarı vazifesini yaptığımıza Yüce
Rabbimiz, ehli insaf ve arşivler şahittir. Lakin bir kez daha konuyla ilgili
tespitlerimizi dört maddede özetlemek ve samimiyetle bu hastalıktan kurtulmak
isteyenlere bir reçete sunmak istiyoruz. Elbette bu tavsiyeler, hasta
olduğunu kabul edip iyileşmek isteyenlere şifa/ çare/ derman/ deva/ ilaç
olabilecektir. Ancak bu ikazlarımızdan faydalanmak yerine bunları
“höykürmek/ saçmalamak” olarak değerlendiren sefihlere, alçaklara, şeref
yoksunlarına ve namus fukaralarına hiçbir katkı sağlayamayacaktır. Zira bu
sefihler, artık şeytanın adımlarını takip eden birer iblistir ve
girdikleri o yanlış yoldan dönmeleri de maalesef imkânsızdır.
Şimdi bu dört maddeyi şu şekilde
özetleyebiliriz:
Bir: Eleştiren ve Sorgulayan Bir Akla Sahip Olmak
Öncelikle bir terör örgütünün veya
sahte tarikatın ağına düşmüş bir kimsenin yapması gereken şey; o çok övündüğü ama
hiç de kullanmadığı aklını çalıştırmasını bilmektir. Zira kolay yoldan cennet
veya kısa yoldan köşe dönme, makam, mevki, statü ve rütbe elde etme arzusuyla
hareket eden bir adamın aklıyla çok övündüğü açıktır. Oysa bu zavallının yaptığı
fırsatçılıktır/ beleşçiliktir/ açgözlülüktür. Zira ter dökerek, bedel
ödeyerek ve uykusuz kalarak cenneti elde etmek veya bir makama gelmek için
çabalamak yerine işin kolayına kaçmış, sahtekârların peşine takılmış ve kendi
kendini aldatmıştır. Dolayısıyla böyle birinin akıllı olmadığı sadece kendini akıllı
zanneden bir uyanık/ ahmak/ aptal olduğu açıktır. Bu uyanıkları başka
uyanıkların kullandığı da acı bir gerçektir. Nitekim dürüst olmayanların
akıbeti hep böyle olmuştur. Uyanık geçinmiş, ama bu dünyada iken rezil rüsva olmaktan
da kurtulamamışlardır. Çünkü niyet hayır ise akıbet de hayırdır.
Bu hatırlatmalardan sonra
şunu ifade edelim ki, “akıl”, “öğrenme yeteneği olan zekâ” ve “doğru
düşünme melekesi olan mantık” içerir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını
hem de doğru düşünme melekesi olan mantığını yerinde kullanmayarak körelten/
karbonlaştıran/ mühürlettiren sonra da gerçeklere/ samimi uyarılara karşı “kör,
sağır ve dilsiz kesilen” (Bakara, 2/18, 171) insanoğlu sadece kendisine yazık
eder. Çünkü “zekâ ve mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle ve güzel bir
eğitimle geliştirilmez, sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa “aklın” doğru
analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsızlaşır. Zira
insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak,
parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri
sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm
yönleriyle incelemez ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir
zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler veremez. Bu durumda onu
sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın ve şeytanlaşmış insanların oyuncağı
olmaktan da kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru
çalıştırılırsa bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi
mukadderse aklını kullanmayanın da manen ölmesi ve birilerinin elinde oyun ve
eğlence aracı olması kaçınılmazdır.
Nitekim Kur’an, aklını
kullanmayanların, köreltenlerin veya uyuşturanların üzerlerine rics’in (“pisliklerin,
adı duyulmamış hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların,
felaketlerin, musibetlerin, rezaletlerin vs.”) yağacağını ifade etmekte
(Yûnus, 10/100) ve mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya
aklımızı kullanmış olsaydık” (Mülk, 67/10) mazeretlerinin onlara hiçbir
faydasının olmayacağını da haber vermektedir.
Dolayısıyla beynin
çalışmasını sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına
(Kur’ân’ın ilkelerine/ fıtrata) uygun” işletilmezse ve kulaktan duyma yalan
yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma hikâyelerle vesvâsi’l-hannâs’ın
yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle bir insanın Rahman olan Allah’tan
uzaklaşması, sahte şeyh/ sahte hoca/ sahte mürşit/ sahte liderlerin peşine
takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine
zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır. Çünkü ruh programı,
ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda
huzur ve itminana kavuşturabilir (Ra’d, 13/28).
Bu itibarla sahte tarikatların veya
terör örgütlerinin ağından kurtulmak isteyenlerin öncelikle yapması gereken şey;
öğrenme kapasitelerini her geçen gün daha da artırmaları, mantık kurallarını
doğru dürüst öğrenmeleri, kritik analitik düşünmeleri ve duydukları/ okudukları
her şeyi mutlaka ama mutlaka tenkit süzgecinden geçirmeleridir.
İki: Kur’ân-ı Kerîm’in İlkelerini
Özümsemek
Günde en az bir saatini Kur’ân’ın
ilkelerini doğru kaynaklardan faydalanarak öğrenmeye çalışmayan birisinin sahte
tarikatların veya terör örgütlerinin kucağına düşeceği ve kullanılacağı açıktır.
Bu bakımdan akıllı bir insanın hem bu
dünyada hem de ahirette mutlu olması için yapması gereken şey; yaratılış gayesini
araştırması, son vahyin ilkelerini öğrenmesi, özümsemesi ve yaşamasıdır. Çünkü
nasıl virüslerden kurtulmak
için bilgisayara format atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden
kurtulmak için de Kur’ân’ın ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir
imana sahip olmak, taklidi imanı tahkiki hale getirmek, bulaşmış virüsleri
güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/ güncellemek ve
bu imanı salih amellerle korumak/ desteklemek/ artırmak şarttır.
Dolayısıyla sahte
tarikatların veya terör örgütlerinin ağından kurtulmak isteyenlerin zamanlarını
çok iyi değerlendirmeleri, ömürlerini Kur’ân ile geçirmeleri, lüzumsuz tv
programları, akıllı telefonlar, tabletler ve kahve köşelerinde okey/ tavla vs.
oynayarak ya da dedikodu ederek tüketmemeleri gerekir. Böyle yanlış bir
tercihte bulunanların suçlamaları gereken sadece kendileridir. “Başkaları
yapıyordu ben de yaptım” söylemi, şeytanın vesveseleri sonucu oluşan basit bir
akıl yürütmeden başkası değildir. Böyle ayartıcı bir cümleye kulak
verenlerin Kur’ân’ı zerre kadar bilmedikleri açıktır. Zira Kur’ân, bu tür
bir yaklaşımı şiddetle reddetmektedir. Öyleyse yapılması gereken şey, Kur’ân’ı
kılavuz/ rehber/ kaynak edinmek ve onun ilkelerine göre bir hayat tanzim
etmektir.
Üç: Hz. Peygamber’in Sahih Sünnet’inin
Özünü ve Ruhunu Bilmek
Sünnet; Hz. Peygamber’in yaşayış tarzı ve
onun sürekli olarak yaptığı davranışlardır. Nitekim kelime sözlükte “yol” ve
“gidişat” anlamlarına gelmektedir. Yani sünnet; “ara sıra ve gelişigüzel
yapılan şeyleri değil, âdet niteliğinde devamlı ve sürekli, aynı zamanda
bilinçli davranışları” ifade eder.
Sünnet; Hz. Peygamber’in
her yaptığı değil, “Peygamber sıfatıyla yaptığı” ve müminlerden de yapılmasını
istediği fiillerdir. Bu nedenle onun yaptığı her şeyi veya söylediği her
sözü sünnet olarak tanımlamak ciddi sıkıntılara yol açar. Örneğin fakirlere ve
dilencilere sadaka vermekle yetinmeyi veya onlara maddî yardım sağlamayı sünnet
zannetmek doğru değilken, onları fakirlikten kurtaracak projeler
gerçekleştirmek, balık tutmayı öğretmek, mesleki ehliyet kursları
düzenlemek, girişimciliği özendirmek, yeni istihdam alanları oluşturmak,
üretimi artırmak, kaliteye ve markaya yatırımlar yapmak ve tüm dünyaya bu
malları ihraç edecek ortamlar oluşturmak sünnet’tir.
Yoksa hâlâ işi sadaka
boyutunda bırakmak, palyatif tedbirlerle oyalanmak, böyle bir anlayışı
savunmak, sünnet’i doğru anlamamaktır. Elbette sadaka vardır ve ihtiyaç sahiplerine
de verilmelidir. Ancak sünnet olan; “balık vermek değil, balık tutmayı
öğretmektir.” Bu aradaki ince farkı fark edemeyerek bizi sadaka vermeye
karşı olan biri gibi tanıtmak ciddi kul hakkı ihlali olduğu gibi sefihlikten
başkası da değildir. Çünkü sünnet, eylemlerin şeklinden ziyade onlara hayat
veren özü, ilkeyi ve ruhu yakalayıp bunu çağa taşımak ve “Hz. Peygamber
gelseydi acaba nasıl davranırdı?” diyerek dönemin ihtiyaçlarına ve problemlerine
yeni çözümler üretmektir.
Bu nedenle dünyadaki müslümanlara
düşen görev; Hz. Peygamber’in yaptığının “aynısını” değil, çağın
ihtiyaçlarına göre “benzerini” yapmaktır. Bugünün şartlarına göre onun
temsil ettiği ilke ve hedefleri göz önüne alarak yeni bir yorumla ve yeni bir
ruh ile “toplumsal, bölgesel ve küresel ölçekte zulüm, sömürü, açlık,
kıtlık, baskı ve çevre sorunlarıyla” mücadele etmek ve bunlara yeni çözüm
önerileri geliştirmektir.
Dolayısıyla “bireysel
boyuta” ilaveten toplumsal ve evrensel planda gerçekleştirilmeyi bekleyen
sünnet’leri göz ardı etmek ciddi vebaldir. Çünkü İslam, bireysel boyutta
yaşanması gereken manevî bir tecrübe değildir. Müslüman, kişisel kurtuluşuyla
beraber insanlığın kurtuluşunu da hedeflemek ve bunun için canıyla ve malıyla
mücadele etmek zorundadır.
Diğer taraftan sünnet’i
ihya etmek demek; Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun örf ve âdeti
gereği kişisel olarak yaptığı bazı uygulamalarının detaylarını olduğu gibi alıp
“tekrarlamak” değildir. Tam aksine Hz. Peygamber’in toplumsal ve
evrensel model oluşturma anlamında insanlığa sunduğu kalıcı hayat prensiplerini
ve hayatın her alanında uyguladığı Kur’an’ın ilkelerini çağın ihtiyaçlarını da
dikkate alarak yeniden inşa ve ihya etmektir.
Bu itibarla sahte tarikatların veya
terör örgütlerinin ağından kurtulmak isteyenlerin yapması gereken üçüncü ve en önemli
şey; bu adamların en çok kullandıkları uydurma hadisleri bilmeleri, sahih
sünnet’i doğru dürüst öğrenmeleri, duydukları veya okudukları her rivayete/ her
habere hemen inanmamalarıdır.
Dört: Samimi Olmak ve Sadece Yüce Yaratana
Dua Edip O’ndan İstemek
Sahte tarikatların veya terör
örgütlerinin pençesinden kurtulmak isteyenlerin yapması gereken dördüncü şey;
sahteyi sahte olmayandan (hakkı batıldan) ayırt etmesini bilmektir; yani
ihlaslı olmak ve sadece Yüce Allah’a yönelmektir. Zira insanoğlunun içtenlikle Yüce
Allah’a yönelmesi, O’na bağlılığını itiraf etmesi, O’na muhtaç olduğunu bilmesi
ve sadece O’ndan yardım dilemesi; O’na duyduğu güveni teyit etmesi
manasına gelir.
Nitekim dua,
ibadetin özüdür. Yüce Allah ile kurulan ilişkinin özü, duada samimi bir şekilde
ortaya çıkar. Dua, kalpte Allah inancının daha da kökleşmesine ve insanın
günahlarından arınmasına sebep olur. Dua ve niyaz, sıradan bir istekte bulunma
hali değildir. Dua, kulluk şuuru, ibadet hazzı ve coşkusu içinde ihlasla
yapılması gereken, kulun kendini Yüce Allah’a en yakın hissettiği andır ve bu
fırsat çok güzel değerlendirilmelidir.
Duanın
insanın duygularını, algılarını, davranışlarını, ruhî ve bedenî sağlığını
değişikliğe uğratan etkileri söz konusudur. Nitekim dua ile gelen ilahi yardım
ve manevi destek insanı rahatlatır, korkularını yatıştırır ve Yüce Allah’a olan
güvenini artırır. Böyle bir durumda kişinin şuur düzeyi yükselir, idrak
kapasitesi keskinleşir, olağanüstü işler başaracak şekilde gücü ve kuvveti
ziyadeleşir.
Diğer
taraftan duanın insanın kişiliği ve karakteri üzerinde önemli etkileri vardır.
Zira sık sık dua etmek kişiyi ahlaki olgunluğa ulaştırır.
Öte
yandan ölüm, hastalık, felaket, musibet, çaresizlik ve sıkıntı anında Yüce
Allah’ı hatırlayan, ama sonrasında O’nu unutanların doğru bir Allah tasavvuruna
sahip oldukları söylenemez (Yunus, 10/22-23; Lokmân, 31/32). Kaldı ki
böyle yarım yamalak bir imana sahip olanların da tam ve kesin olarak
inanmadıkları Yüce Yaratıcı’ya içtenlikle dua etmeleri söz konusu olamaz. Her
ne kadar başları sıkışınca fıtratlarına dönseler, vicdanlarının sesini
dinleseler, dini Allah’a halis kılarak dua etseler de imanları pamuk
ipliğine bağlı olduğu için rahata erince verdikleri o sözü çabucak
unuturlar.
Kısaca dua,
kulluğun özü ve özetidir. Dua ve niyaz, kulun kendini Yüce Allah’a en yakın
hissettiği andır. Böyle dua edebilmenin yolu; “sağlam ve sarsılmaz bir imana
sahip olmaktan, O’nun emir ve yasaklarını uygulamaktan, her an Yüce Allah’a
hamd ve şükretmekten, yaptığı her işte O’nu hatırlamaktan ve O’nun rızası
gözetmekten/ aramaktan/ öncelemekten” geçer.
Sonuç
olarak, sağlam muhakeme ışığında eleştirel düşünen, Kur’ân-ı Kerîm’in ilkelerini özümseyip
yaşayan, Hz. Peygamber’in sahih sünnet’inin özünü, ruhunu ve maksadını kavrayan
ve samimiyetle Yüce Yaratıcı’sına dua edip ondan isteyen birisi sahte tarikatların ve terör örgütlerinin pençesinden
kurtulabilir. Bütün bunları yapmak yerine kendisini uyaranlara
höykürenlerin/ sataşanların/ iftira atanların/ ölümle tehdit edenlerin varacağı
yer; şeytanın ve şeytanlaşmış adamların karargâhı olan cehennemden başkası
değildir. Öyleyse böylelerine şu gerçeği bir kez daha hatırlatmakta yarar
vardır: “Yaşasın zalimler için cehennem!!!” (30.09.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder