Küçük Adamlar, Büyük Makamlar ve Acı Gerçekler
2 Haziran 2016 Perşembe günüydü.
İstanbul’da uluslararası bir toplantıya tebliğ sunmak için davet edilmiştim.
Tebliğimi 3 Haziran Cuma günü sabah oturumunda sunacaktım ama ilk gün
oturumlarına da katılmış, konuşmaları ilgiyle dinliyordum.
Seremoni ve açış konuşmalarından sonra
ilk oturuma geçildi. Salon dolu idi; oturum başkanı ise eski bir Başbakan’dı.
Dört ayrı konuşmacı vardı. İlk söz, özel bir üniversitede Prof. Dr. unvanına
sahip olan bir bölüm başkanına verildi. Bu zat, yirmi dakika boyunca hükümetin
Rusya politikasını eleştirdi. Hiçbir hazırlığı yoktu. Hiçbir delil ortaya
koyamadı. Bir akademisyene yakışmayacak şekilde duygusal bir konuşma yaptı;
tıpkı bir kasaba siyasetçisi gibi laflar etti. “Rusya ne diyorsa kabul
edelim; çünkü biz adamlara haksızlık yaptık; uçaklarını düşürdük! Böyle olmaz.
Ben şimdi öğrencilerime ne diyeceğimi bilemiyorum. Öğrencilerim ne yapacaklar,
nerede ve nasıl iş bulacaklar? Rusya bize bir sürü yaptırım uyguluyor.
Şirketlerimiz kapanıyor, yatırımlar durdu; öldük, bittik, mahvolduk. ‘Sıfır
sorun’ derken sorunlar katlanarak arttı, ‘sıfır dostumuz’ kaldı. Rusya, bunun
hesabını bize mutlaka sorar. Benim öğrencilerim şu an perişan haldeler, ben de
onların yüzüne bakamıyorum, onlara ne söyleyeceğimi bilemiyorum, böyle dış
politika olmaz!” gibi laflar etti. Yirmi dakika boyunca döndü dolaştı, hep
aynı şeyleri söyledi.
Kendisinden sonraki diğer konuşmacılar
da tebliğlerini sundular. Oturumun sonunda başkan nazik bir şekilde; “Arkadaşlar!
Soru sormak isteyen var mı?” diye sordu. Salondan hiçbir ses çıkmadı.
Sadece ben elimi havaya kaldırdım ve “Sayın Başkan! Küçük bir katkı sunmak
istiyorum” dedim ve söz aldım. En önde oturduğum için salonun diğer
köşesinden mikrofonun bana gelmesini bekleyerek zaman kaybetmek yerine oturum
başkanına; “Kürsüye çıkıp oradan konuşabilirim” dedim. O da teklifimi hemen
kabul etti. Ben konuşmaların yapıldığı sahneye doğru ilerledim ve kürsüye çıkıp
kendimi tanıttım.
Bu arada Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
protokolde en önde oturuyordu ve yanında da “Rusya’ya gerekirse yalvaralım
ama ilişkileri bir an önce düzeltelim, yoksa öğrencilerimiz işsiz kalacak”
diyen ve ilkesel olmaktan uzaklaşan o zat vardı. Bu zat sahnede diğer
oturumcularla birlikte oturmak yerine sahneden aşağı inmiş, Yalçıntaş’ın yanına
oturmuş ve onunla sohbet ediyordu. İkisi de dikkatle bana baktılar ve “bu adam
acaba ne diyecek” diye merak ettiler. (Bilindiği üzere bu hadiseden yaklaşık
bir buçuk ay sonra Yalçıntaş Hakk’ın rahmetine kavuştu. Rahmetli, oturum
aralarındaki çay ve kahve molalarında etrafında toplananlara hatıralarını
anlatıyor, zaman zaman da hükümetin dış politikasını, reis-i cumhurun
uygulamalarını ve “sert mizacını” eleştiriyordu. Allah rahmet eylesin.)
Ben kürsüye çıkınca kendimi
tanıtmıştım ama Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş duyamamış olacak ki nazik bir
şekilde bana bakarak; “Efendim! Adınızı duyamadım, tekrar eder misiniz
lütfen? dedi. Ben de; “Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Kafkas Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi” dedim. Yalçıntaş, elindeki kâğıda bir şeyler not etti ve herkes
beni dinlemeye başladı. Ben de özet olarak şunları söyledim:
“Sayın başkan! Değerli katılımcılar!
Ben de küçük bir katkı sunmak için söz almış bulunuyorum. Bilindiği üzere
akademisyenler, meseleleri çok yönlü ve derinlemesine analiz etmek ve duygusal davranmaktan uzak olmak zorundadırlar. Aksi halde
yapacakları tespitler gerçekleri yansıtmayacak ve yanılma ihtimalleri çok daha
fazla olabilecektir. Devletlerin ömürlerinde üç yıl, beş yıl veya on yıl
gibi zaman dilimleri oldukça kısa sürelerdir. Bu zor ve sıkıntılı günler
elbette gelip geçecektir. Bu nedenle meseleleri abartmamak, hissi davranmamak
ve ilkesel olmaktan uzaklaşmamak gerekir diye düşünmekteyim. Aksi halde
ilkelerimizden ödün verirsek rakiplerimizin ve muhataplarımızın nezdindeki
itibarımız da yok olabilecektir. Bu bakımdan bir akademisyen objektif, ilkeli ve
tutarlı hareket etmek, öğrencilerine ümit aşılayıp onları motive etmek,
geleceğe hazırlamak, aynı zamanda da onları karamsarlığa sürüklememek
durumundadır. Dolayısıyla birisine olan öfkemiz veya kinimiz bizi adaletten
uzaklaştırmamalıdır, diye düşünmekteyim. Beni ilgiyle dinleyen hâzırûnu
saygıyla selamlıyor, hepinize teşekkür ediyorum.”
Bu kısa konuşmamı tamamlayıp sahneden
indim ve tekrar yerime oturdum. Hiçbir isim vermeden, doğrudan o şahsı hedef
almadan, bu tespitlerimi/ eleştirilerimi/ ikazlarımı yaklaşık “bir dakika”
içinde tamamladım. Orada bulunanlar ve konuşmaları dikkatle takip edenler zaten
kimi kast ettiğimi çok iyi anladılar. Salonda bir sessizlik oldu.
Eski Başbakan nazik bir şekilde; “Arkadaşlar!
Başka soru sormak veya katkı sunmak isteyen var mı?” diye sordu; salondan
hiçbir ses çıkmadı.
Oturumun kapanmasıyla birlikte orada
bulunan davetliler beş yıldızlı otelin yemek salonuna doğru ilerlediler. Herkes
kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu.
Bilindiği üzere bu uluslararası
toplantının üzerinden henüz üç hafta geçmeden Türkiye ve Rusya arasındaki
buzlar eridi, karşılıklı görüşmeler başladı ve nihayet 9 Ağustos 2016 Salı günü
iki devlet başkanı St. Petersburg’ta yüz yüze görüştüler. Her şeye yeniden ve
daha güçlü bir şekilde başlamak için karar aldılar ve gerekli imzaları attılar.
Şunu bir kez daha anladım ki, bir
kişiye veya kavme olan kin, insanı haktan ve hakikatten çok kolay
uzaklaştırıyor (Mâide, 5/8). O kinin oluşumuna neden olan ise yine o kişinin
yıllar içinde oluşturduğu karakteri/ kişiliği oluyor. Dolayısıyla ömür boyu
doğru karar verebilmek için ilkesel hareket etmek ve şahısların ufak tefek
hatalarına takılarak onlara kin duymamak gerekir. Zira kin, nefret ve
öfkeyle hareket edenlerin nasıl perişan olduklarına tarih şahit olmuştur.
Örneğin şu son günlerde de aynı
duygularla hareket eden “Amerikan kuklası kifayetsiz bir muhterisin örgütünün
çöküşüne, yıkılışına ve rezil oluşuna” dünya âlem şahitlik etmektedir. Söz
konusu şahıs, beynini yıkadığı adamlara darbe yaptırarak yüzlerce mümini haksız
yere öldürtüp “Yüce Allah’ın lanetini, gazabını ve ebedi cehennemi” hak
ettiği halde (zira şu âyet böyle söylüyor, inanmayanlar bakabilir: Nisâ, 4/93),
sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkmış utanmadan millete hakaretler yağdırmaya
devam ediyor. Bir insanı öldürmenin tüm insanlığı öldürmek gibi olduğu
gerçeğini (Mâide, 5/32) duymak, görmek, bilmek, anlamak ve hatırlamak
istemiyor. Üstelik bir de kendini “mehdî/ mesih/ hoca/ şeyh/ kâinat imamı/
seçilmiş ve kutsanmış insan” sanıyor, bu palavrayı bilinçli olarak yayıyor ve
müritlerini de buna inandırıyor. Oysa Kur’ân’ın yukarıdaki âyetlerinin
anlamını/ ruhunu/ özünü bilmeyen birinin “imam/ önder/ lider/ hoca” olması asla
ve kata mümkün değildir. Dolayısıyla mezkûr şahıs olsa olsa İblis’in izini
takip eden (Bakara, 2/168, 208; Nûr, 24/21) bir şarlatan ve sahtekârdan başkası
olamaz.
Sonuç olarak, kimler hangi “makama/
mevkiye/ unvana/ rütbeye” gelirlerse gelsinler hak ve adalet çizgisinden
ayrılmadan doğru ve adil kararlar almak, gerçekleri savunmak ve insaflı
tespitler yapmak zorundadırlar. Aksi halde kin ve nefret duygularıyla hareket
etmek, kişiye basiret ve ferasetini kaybettirir. Basiretini yitirenlerin
unvanların/ makamların/ rütbelerin arkasına sığınarak yaptıkları hezeyanları/
temennileri “akademik bir değerlendirme/ haklı teşhis/ doğru analiz” olamaz.
İçlerindeki şeytana yenik düşen ve şeytanlaşmış adamlarla birlikte hareket
edenler kendi sonlarını kendileri hazırlar. Kin ve nefret duygularıyla hareket
ederek bilimsellikten uzak teklif ve değerlendirmelerde bulunanlar da er ya da
geç insaf ehli kimselerden hak ettikleri cevabı alırlar. (19.08.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder