Körü Körüne Uydurma Rivayetlere Sahip Çıkanlar!
Asırlardır hadis âlimleri, zayıf ve mevzû hadislere
karşı müslümanları uyardığı halde bu ikazlara kulak tıkayan “merdiven altı din
tüccarları ve hoca görünümlü şarlatanlar” her zaman olmuştur ve eminim bundan
sonrada olmaya devam edecektir. Maalesef çoğunluğu oluşturan bu hoca kılıklı
herifler mezkûr uydurma rivayetleri sahiplenirken Yüce Allah’a ve Hz.
Peygamber’e iftira attıklarını ve İslâm’ı yanlış tanıttıklarını bir türlü akıl
edememişlerdir. Zira bunların hepsinin
ortak özelliği akıl düşmanı olmaları ve ehl-i re’y’den nefret etmeleridir.
Örneğin bu uydurma rivayetlerden birisi de “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri
yaratmazdım” hadisidir. Bu
rivayetle ilgili âlimler, uydurma hükmünü vermişlerdir. Ancak akıllarını ve
İslâm’ın genel ilkelerini rafa kaldıranlar ise ısrarla her ne kadar hadis
âlimleri bu rivayete uydurma deseler de bunun “manasının sahih” olduğunu
söylemeye devam etmişlerdir.
Bu adamlar, Yüce Allah’ın
kainatı “şefkat ve merhametinin bir sonucu olarak yarattığını” (En’âm,
6/12) bir türlü düşünememiş, ısrarla bütün âlemlerin “tek bir insan” için
yaratıldığını haber veren bu mevzu hadise sarılmış ve İslâm’ı yanlış
tanıtmışlardır.
Bu tür uydurma rivayetlere
karşı yıllardır mücadele verdiğimiz, vaazlarımızda ve sohbetlerimizde bunları
anlattığımız, kitap, makale, tebliğ ve köşe yazılarımızda dile getirdiğimiz bir
gerçektir.
Söz konusu rivayetlere
karşı verdiğimiz mücadelelerden birini ve aldığımız tepkiyi gözler önüne seren
şu anımızı paylaşmak, gelecek nesilleri bilgilendirmek ve meselelere geniş
boyutlu bakmanın önemine vurgu yapmak isteriz:
2013 yılıydı; büyük bir
ilimizde düzenlenen sempozyumda oturumların birinde müzakereci idim.
Sağ tarafımda bir
tasavvuf profesörü, sol yanımda ise başka bir tasavvuf profesörü oturuyordu.
Solumdaki meşhur zat aynı zamanda oturumun başkanıydı.
İlk konuşmayı sağ
tarafımda bulunan çok değerli hocamız yaptı.
Tasavvuf ana bilim dalı
öğretim üyesi olan bu hocamız beş altı kadar rivayetten bahsetti; maalesef
hepsi de mevzû idi. Bunları büyük bir içtenlikle ve inanarak anlattı. Kendisi
çok samimi idi, ancak niyetinin iyi olması yeterli değildi. Zira söz konusu
hadisleri söyleyenin Hz. Muhammed olmadığını haber veren hadis âlimleri vardı
ve onun da bunu dikkate alması gerekiyordu.
Bu hocamız kendi konuşmasını
tamamlayıp sıra bana gelince son derece nazik bir üslupla “İki tasavvuf
profesörünün ortasında otururken bunları söylemenin zor olduğunu biliyorum
ancak bir hadis talebesi olarak bunları söylemek zorundayım ve söyleyeceğim” dedim
ve az önce hocamızın naklettiği rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu
söyledim. Tabi ki herkes şok oldu. Ama ben bunu espriyle karışık söylediğim
için ortam fazla gerilmedi ve herkes söyleyeceklerimi daha dikkatle dinlemeye
başladı.
Ben tasavvufi eserlerde
en çok kullanılan bu tür rivayetlerle ilgili
Prof. Dr. Muhittin Uysal ve Prof. Dr. Ahmet Yıldırım gibi yaşayan hadis
âlimlerinin “emek mahsulü çalışmalarının” olduğunu, bunlardan birinin Yediveren
yayınlarından Konya’da, diğerinin ise TDV yayınlarından Ankara’da çıktığını, bu
kitapların piyasada bulunduğunu ve herkesin rahatlıkla bunları satın alıp
okuyabileceğini/ istifade edebileceğini söyledim.
Asırlardır hadis
âlimlerinin ekserisinin bu rivayetler hakkında uydurma hükmünü verdiğini,
dolayısıyla sahanın uzmanlarının bu rivayetlerle ilgili çalışmalarına
güvenilmesi gerektiğini, halkımızı da bu konuda doğru bilgilendirmenin uygun
olacağını, Hz. Peygamber’in otoritesini/ adını istismar edenlere fırsat
verilmemesi gerektiğini ifade ettim.
Tabi ki hem tasavvufçu
hocalarımız hem aşağıda oturumu takip eden seyircilerin ekserisi bu
rivayetlerin mevzû olduğunu duymaktan pek hoşnut olmadılar. Zira hepsi bu
rivayetlerin sahih olduğuna bütün kalpleriyle inanmaktaydılar. Çünkü bu
rivayetler her ne kadar zayıf veya uydurma olsalar da “manaları onlara göre
sahihti” ve bunlarla amel edilebilirdi.
Ben de (bü tür adamların
sataşmalarında küçümsemek için kullandıkları “yeniyetme”) bir hadis talebesi/
hocası olarak bunları ifade etmek zorunda olduğumu, hem geçmişte hem de
günümüzde bazı hadis âlimlerinin kanaatlerinin bu yönde olduğunu ifade ettim ve
konuşmamı tamamladım.
Oturum başkanı olan
tasavvuf profesörü son derece akademik bir dil ve üslup ile özet olarak şunları
söyledi: “Her ne kadar hadis âlimleri böyle hükümler verseler de biz bu
rivayetlerin manasının sahih olduğuna inanıyoruz; bunlarla amel etmeye devam
edeceğiz. Çünkü ortada bir güven sorunu var ve biz bu tür değerlendirmelere pek
itibar etmiyoruz. Siz ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın biz yine
bildiğimizi okumaya devam edeceğiz…”
Neyse oturum tamamlandı.
Kapanış oturumunda konuşmacı olarak bulunan Prof. Dr. Raşit Küçük ve Prof. Dr.
İsmail Hakkı Ünal hocalarım sahneye çıkarlarken ben de sahneden aşağıya doğru
iniyordum. Konuşmamdan dolayı Raşit Küçük hocam gözlerimden öptü ve beni tebrik
etti. Aynı şekilde İsmail Hakkı Ünal hocam da şahsımı tebrik ettiler. Kapanış
oturumunda her ikisi, beni destekleyen ifadelerle meselenin önemine vurgu
yaptılar ve onlar da son derece nazik bir dille benim dile getirdiğim gerçeği ifade
ettiler. Ancak bir önceki oturumun başkanı olan tasavvuf profesörü zat, aynı
tavırla ve üstü kapalı ifadelerle “yine bildiklerini okumaya devam
edeceklerini, zira ortada bir güven sorununun olduğunu, bu rivayetlerin
manalarının kendilerine göre sahih olduğunu” ima eden konuşmasını yaptı.
Bütün bu yaşananlara o an
salonda bulunan pek çok akademisyen, müftü, vaiz, imam, Kur’ân Kursu
öğreticisi, İlahiyat Fakültesi öğrencileri ve sempozyumu takip etmeye gelen
vatandaşlar şahit oldular.
Özetle, hadis ilmiyle
meşgul olanlar her ne kadar mutasavvıfların kullandığı bu tür rivayetlerle
ilgili çalışmalar yapsa, bu rivayetlerin kahir ekseriyetinin mevzû olduğunu
söyleseler de onlar maalesef yine bildiklerini okumaya devam etmekteler. Bunu
İlahiyat Fakültesinde görev yapan tasavvuf profesörleri, doçentleri ve
doktorları yapıyorsa, değişik tarikat ve cemaatlerin şeyhlerinin/ halifelerinin
hâlinin nice olduğunu ve neler yaptıklarını siz değerli okuyucularımızın
takdirine bırakıyorum.
Dolayısıyla bu güven
sorununun aşılması için yapılması gereken şeyler olduğu muhakkaktır. Ancak bu
sıkıntıyı aşmak için ilk adımı atacak olanlar ısrarla bu rivayetlerin “manalarının
sahih” olduğunu söyleyerek “hadisçilerin çalışmalarına saygı/ ilgi
göstermeyen, emaneti ehline vermeyen ve bilmedikleri şeyin ardında duran kimseler”
olmalıdır.
Sonuç olarak, “Manası
bize göre doğrudur” diyerek uydurma rivayetleri sahiplenenler, insanları
yanlış bilgilendirenler ve uzmanlığa saygı göstermeyenler sorumlu olduklarını
ve ahirette bu yaptıklarının hesabını mutlaka vereceklerini bilmelidirler. (03.02.2017)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder