İşinize Gelince Kader Gelmeyince Değil, Öyle mi?
İnsanoğlunun
başına bir felaket gelince; “Alın yazısı! Kader işte! Elden ne gelir! Olacağı
varmış! Felek, kara
talih, kara yazı, kader, kısmet, nasip!” gibi kavramların arkasına
sığınır, kendini teselli eder, hatalarını görmek istemez, iradesini yok sayar
ve böylece sorumluluktan kaçmaya çalışır. Ona bu yaptığının yanlış olduğunu
söylediğinizde ise kendini rahatlatacak, haklı olduğunu söyleyecek birilerini
arar ve bulur. Bulmakta fazla güçlük çekmez; çünkü etraf kaderciliği din
edinmiş bir sürü adamla doludur. Körler sağırlar birbirini ağırlar diyaloğu
başlar; herkes birbirini rahatlatır ve mutlu bir şekilde ayrılırlar.
Mesela
kaderciler, dünyalık kazanmak için sonuna kadar gayret eder ve alacaklarından
asla vazgeçmezler. Ama onlara dinî sorumluluklarını hatırlattığınız zaman kırk
dereden su getirir ve işi yokuşa sürerler; “Kalemler kaldırılmış, olacaklar
yazılmış, alın yazısı işte, benim çabam
bir şeyi değiştirmez ki!” diyerek sorumluluktan kaytarmaya çalışırlar.
Ancak onlara
“Bu kadar kendini yorma, soğuk sıcak demeden koşuşturma! Nasıl olsa rızkın
ayağına gelir seni bulur! Çalışmasan da olur! Otur oturduğun yerde!” desen
sana inanmaz ve yüzüne dönüp “Böyle saçmalık mı olur?” dercesine
bakarlar.
Yine onlara
“Meyve bahçendeki ağaçlarla, bağınla ve bostanınla ilgilenme! Onları budama!
Çapalama! Sulama! Gübreleme! Hastalanırlarsa da bakımını yapma! İlaç kullanma! Nasıl
olsa o bahçenin toprağında neyin ne kadar biteceği yazılmıştır! Senin bahçeden
alacağın ürün Allah katında takdir edilmiştir! Sen bunu asla değiştiremezsin! Kendini
yorma! Soğuk sıcak demeden koşuşturma! Çalışmasan da olur!” desen sana
inanmazlar; yüzüne dönüp bön bön bakarlar ve seni yadırgarlar.
Yine onlara;
“Koyunların başına çoban tutma! Nasıl olsa kurtların yiyeceği, hırsızların
çalacağı, hangisinin telef olup hangisinin kaybolacağı ezelde takdir
edilmiştir. Hem senin onları korumaya gücün yetmez! Boş ver! Nasıl olsa
Allah’ın dediği olur!” desen seni garipserler ve içlerinden de sana kızarlar.
Aynı
şekilde onlara “Arabanın, evinin, işyerinin kapısını kilitleme! Sen
kilitlesen de kilitlemesen de değişen bir şey olmaz. Sana takdir edilen başına
gelir! Merak etme! Kapıyı kilitlemenin bir anlamı yok! Sen Allah’ın kaderinden asla
kaçamazsın!” desen sana inanmaz ve haline acırlar. İçlerinden “Bu adam
kafayı yemiş herhalde!” derler.
Yine onlara
“Hastalanınca doktora gitme! İlaç kullanma! Doktorlar ‘kesin ameliyat’
demişlerse de aldırma! Çünkü ameliyat olsan da olmasan da değişen bir şey
olmaz. Sana takdir edilen başına gelir! İyileşeceksen iyileşirsin! Boşver
doktoru, ilacı, tedaviyi, hastaneyi! Allah’ın kaderinden kaçamazsın!” desen
sana inanmaz ve hâl çareleri aramaya devam ederler. İçlerinden de “Bu adam
kesin kafayı yemiş!” derler.
Görüldüğü
üzere bu kişiler dünya işleri söz konusu olunca aklını ve muhakemesini kullanmakta,
her türlü tedbiri amakta, ihtiyatlı hareket etmekte ve kendilerini engellemeye çalışanları
da cehaletle, ahmaklıkla ve aptallıkla suçlamaktadırlar. “Salak bu adam!
Öyle şey mi olur! Tedbir almak lazım! Konuştuğu lafa bak! Arabanın, evinin,
dükkanının kapısını kilitleme! Doktora gitme! İlaç kullanma!” diyor diye
dalga geçerler.
Fakat
aynı kişiler, sıra dinî meselelere gelince bunları hep “kadere” havale
ederler. Hiç şüphesiz bütün bunların sebebi, hakikat onlara ağır geldiği ve sorumluluk
almaktan kaçtıkları içindir. Çünkü dinî konularla alakalı tembellik onların
işlerine gelmektedir. Hakiki bir tevekkül inancı yerine sözde bir tevekkülle
kurtulacaklarını zannetmektedirler. (Buraya kadar aktardığımız görüşlerden
bazılarının ayrıntıları için şu çalışmaya bakılabilir: İslâmoğlu, Mustafa, Hasan
el-Basrî’nin Kader Risalesi ve Şerhi, Düşün Yay., İstanbul, 2012, s. 174-175).
Oysa Yüce
Allah, kullarını bir şeye mecbur etmişse o şeyden mesul tutmaz. Mesul tutmuşsa
o şeyi yapmaya mecbur bırakmaz. Kullarını özgür iradeleriyle başbaşa bırakır.
Zira kullarını mecbur ettiği şeyden mesul tutmak, O’nun adaletiyle
bağdaştırılamaz.
Çünkü insanları
özgür iradeleriyle seçip yapamadıkları,
tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları eylemlerden dolayı sorumlu tutup
cezalandırmak ya da onları özgürce seçip yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak
adalete, hikmete, akla ve mantığa aykırıdır. Bu bakımdan Yüce Allah’ın böyle
bir adaletsizlik yapması söz konusu değildir. Kaldı ki, Allah Teâlâ, insanları
sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce seçip yapmaya elverişli bir “irade
yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye yetecek bir “kudretle” donatmıştır.
Kendilerine irade
hürriyeti verilen insanların bunu görmezlikten gelmeleri ve yaptıkları bütün
kötü fiillerin sorumluluğunu “Yüce Allah’ın irade ve kudretine havale” etmeleri
doğru değildir. Zira o takdirde insanların yaptıkları kötü ve çirkin fiillerin
sorumlusu Yüce Allah olur. Oysa Allah Teâlâ, kusursuz ve mükemmeldir.
Dolayısıyla kulun iradesi yok sayılır ve fiillerini Yüce Allah’ın iradesiyle
gerçekleştirdiği iddia edilirse o zaman Allah’ın kusursuzluğundan söz edilemez
ve O’nun ahlâkî mükemmelliği ihlal edilmiş olur. Bu ise Yüce Yaratan’a
iftiradır.
Günümüz İslâm
araştırmacılarından M. İslâmoğlu mezkûr şerhinde, “Bu düpedüz Allah’a
iftiradır” derken dayandığı delillerden birini şöyle açıklamaktadır: Birgün
halife Hz. Ömer’e bir hırsız getirilmiş, Hz. Ömer ona: ‘Neden çaldın?’
diye sorunca hırsız: ‘Allah’ın hakkımdaki kaza ve kaderi böyle olduğu için
çaldım!’ cevabını vermiş. Hz. Ömer: ‘Öyleyse ben de senin elini Allah’ın
kaza ve kaderiyle kesiyorum!’ demiş ve ayrıca hırsıza seksen sopa
vurulmasını emretmiştir. Seksen sopa cezasının nedenini soranlara ise; ‘Allah’a
iftira ettiği için!’ cevabını vermiştir (İslâmoğlu, a.g.e., s. 105).
Görüldüğü üzere insanoğlunun kaderinin şekillenmesindeki payını inkâr etmesi ve
iradesini yok sayması Yüce Allah’a atılan korkunç bir iftiradan başkası
değildir.
Zira
hayrın ve şerrin Yüce Allah tarafından yaratılması, kesinlikle insanın
seçimleri hususunda bir “belirleme” değildir. Çünkü Allah Teâlâ, küllî ve ezelî
bilgisiyle zaten her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır. Nitekim O’nun ilâh olması,
yaratmış olduğu mahlûkat hakkında “ezelî olarak bilgi sahibi olmasını” zorunlu
kılar. Dolayısıyla kul, Allah bildiği için değil kendi karakterinin gereği o
fiili işler ve sorumlu olur. Çünkü
her şey belirlenmiş, senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları
imtihan etmenin ve gidişatlarını kontrol etmelerini istemenin de hiçbir anlamı
kalmamıştır. Elbette Levh-i Mahfûz’da yazılı bir
senaryo vardır; roller tanıtılmıştır; ama rollerin dağıtımı kesinlikle
yapılmamıştır. İsteyen, istediği rolü kendisi seçmekte ve tercih ettiği o rolü
oynamaktadır. Nitekim insanoğlu dilerse Âdem, dilerse İblis rolünü
seçebilmektedir.
İlâhî bilgi kaynağı
Kur’ân’a ve sahih hadislere yönelmek yerine düşüncesizce söylenen sözlere
itibar etmek ve “Alın yazısı! Kader işte!
Elden ne gelir! Olacağı varmış! Yiyip-içeceği
bu kadarmış!” gibi lafların zihin dünyasını kirletmesine müsaade
etmek doğru değildir. Çünkü bu tür tasavvurlar, insanların hatalarından ders
çıkarmasına ve doğru bir kader anlayışına sahip olmasına mani olmakta ve onları
“kaderciliğe” sürüklemektedir. Zira kader, insanın
aldığı tedbirlere ve yaptığı tercihlere göre şekillenmektedir. Bu nedenle
Kur’ân-ı Kerîm’in tedbirli olma tavsiyesini göz ardı ederek tedbirsiz
davrananlar sorumlu olurlar. Zira tedbirsiz davranmak, tevekkülün ruhuna
aykırıdır. Çünkü tevekkül, maddî ve manevî sebeplerin hepsine sarıldıktan ve
alınması gereken bütün tedbirleri aldıktan ve yapacak başka hiçbir şey
kalmadıktan sonra Yüce Allah’a güvenip gerisini O’na havale etmektir.
Sonuç
olarak, insanın başına gelen her
türlü şeyde kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin, samimiyetinin, yapması
gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken yaptıklarının, kulluk
bilincinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu ve geliştirdiği
alışkanlık, karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Nitekim Yüce Allah;
herkesin kendi karakterine göre
hareket ettiğini, bu karakteri oluşturanın kişinin kendi davranışları ve
beslendiği kaynaklar olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla kişinin kaderini
büyük oranda belirleyen kendi inançlarıdır; eylem ve söylemleridir; zihinsel
tavrıdır; tasavvurlarıdır; meşrebidir; hayata bakışıdır; sahip olduğu
değerlerdir; sorumluluk bilincidir; birlikte olduğu insanlardan etkilenerek
aldığı kararlardır; geliştirdiği ve sürdürdüğü yaşam tarzıdır; vazgeçemediği ve
bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır. Bu nedenle böylelerinin suçlamaları gereken
birisi varsa o da, “o kararı alan ya da şeyhleri/ hocaları/ efendileri/
liderleri tarafından alınmış yanlış kararlara bilerek ve isteyerek boyun eğen”
kimselerden başkası değildir. (22.04.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder