İçtihat ve Zamanın Değişmesiyle Bazı Hükümlerin Değişmesi Meselesi
Mecelle’nin 39. maddesinde de ifade
edildiği üzere “(lâ yünkerü teğayyürü’l-ahkâmi bi’t-teğayyüri’l-ezmân) Ezmanın tegayyuru ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.” Yani;
zaman içinde şartların değişmesiyle hükümlerin değişeceği gerçeği inkâr
olunamaz.
Bir başka ifadeyle, dinin genel
kaide ve temel esasları içinde yer almayan konularda Allah’ı koyduğu
sınırlara (Nisâ, 4/14; Tevbe, 9/112; Talak, 65/1) riayet etmek şartıyla bazı hükümlerde/
kurallarda değişikliğe gidilebilir. Zira İslam, evrensel bir dindir ve her
coğrafyada emir ve nehiylerinin rahatlıkla uygulanabilmesi için buna şiddetle ihtiyaç
vardır.
Bununla birlikte şartların yeniden eski
haline dönmesi durumunda tekrar eski hükme dönülmesi de pekâlâ mümkündür. Çünkü
toplum
düzenini korumak, fert ve kamu vicdanını rahatlatmak, bireylerin hak, hukuk ve
güvenliklerini teminat altına almak amacıyla yeni hükümlerin ihdas edilmesi veya
şartlar değişince eski hükümlere dönülmesi bir zorunluluktur.
Nitekim hükümlerdeki bu değişimin amacı “celb-i menfaat, def-i
mefsedet (hayrı ikame, zararı önleme)” ve hakkı/ adaleti yerine getirmektir.
Çünkü fesadu’z-zeman (genel ahlakın bozulması), dış faktörler, siyasî ve
iktisadî etkenler, bilim ve teknolojideki gelişmeler, coğrafi faktörler gibi
konular, hükümlerin değişmesini zarûri kılan etkenlerdir; bunları yok saymak ya
da görmezlikten gelmek doğru değildir.
Elbette tamamen içtihada/ değişime kapalı alanlar vardır. Bunlar; genel/ küllî
teşrî getiren hükümler, ta’lil edilemeyen (içtihada kapalı) taabbudî hükümler,
Şâri’ tarafından belirli bir süre veya miktarla sınırlandırılan yükümlülük
konusu hükümler, bizzat kanun koyucu tarafından helal veya haram olduğu
belirtilen hükümler, makâsıd türünden hükümler. Bu alanlardaki hükümlerde bir
değişme olmaz; bunlar değişime kapalıdır.
Ancak belirli şartlar doğrultusunda değişmeye açık bazı hükümler vardır ki,
bunlar da özel teşrî getiren (herhangi bir olaya özgü kılınan), ta’lil
edilebilen (içtihada açık) ve vesâil (vesile-araç) türünden hükümlerdir.
Diğer taraftan İslâm dini bazılarının iddia ettiği gibi sadece ahlâkî veya ibadetlerle
ilgili hükümler ihtiva etmez. Tam aksine kendisine tâbi olanların dünya
ve ahiret huzurunu temin etmelerini sağlayacak “hukukî, iktisadî ve siyasî konularla”
ilgili hükümler de içerir. Çünkü İslâm, hayatın her alanına ve çağın bütün
ihtiyaç ve problemlerine cevap verebilecek nitelikte hükümlere sahiptir. Yani
bu son din, bu hedefleri gerçekleştirecek gerekli alt yapı ve kaynak
zenginliğine sahiptir. Bu kaynaklar, ilâhî ve değişmez olma nitelikleri yanında
esnek bir yapıyı da haizdirler.
Ancak bu temel ilke ve esasları zamanın şartlarını dikkate alarak anlama ve
yorumlama görevi alanın uzmanlarına/ müçtehitlerine aittir. Onlar, şartların değişmesi
karşısında genel çerçeveyi taşmamak şartıyla değişim sahasını belirleme
vazifesiyle yükümlüdürler.
Nitekim içtihat müessesesinin çalışması halinde İslâm donukluktan veya bir
çağa hapsedilmekten kurtulacak, aksi takdirde özü itibariyle dinamik olan bir din
donma noktasına gelecek ve işlerliğini kaybedecektir. Bu bakımdan zamanla
değişebilecek hükümlerin değiştirilebilmesi için içtihat müessesesinin
çalıştırılması bir zorunluluktur. İslâm’ın dinamizmi ve toplum
hayatına yön verebilmesi için buna şiddetle ihtiyaç vardır. Zira İslâm’ın temel
amacı, toplum hayatının dışında kalmak değil aksine yaşanan hayata hem ayak
uydurmak hem de yön vermektir.
İslâm, bu dinamizmini ve toplumla iç içeliğini tarihi süreç içinde içtihat
müessesesini çalıştırarak sağlamıştır. Hz. Peygamber tarafından içtihat teşvik
edilmiş, yerine göre farz-ı kifâye hatta farz-ı ayn konumunda değerlendirilmiştir.
İçtihadın amacı söz konusu dinamizmin sürekliliğini sağlamaktır. Ayrıca “zaruret
ve kolaylaştırma” gibi çeşitli alternatiflerin getirilmesi de İslâm’ın her
halükârda yaşanan hayatla bağını devam ettirdiğinin en önemli delilidir. Gerçek
şu ki, bir dinin koyduğu kuralların toplumda ortaya çıkan ihtiyaç ve
problemlere cevap verebilmesi, yaşanılan hayatla paralel yürümesine bağlıdır.
Yaşanan hayattaki değişime ayak uyduran bir sistem sayesinde insanlar mutlu ve huzurlu
bir hayat sürebilirler.
Ancak müsteşrikler ve İslâm ülkelerinde bunlara hayranlık besleyen kişiler,
İslâm’ın donuk/ dogma olduğunu, çağımızın ihtiyaçlarına cevap veremediğini ısrarla
dile getirmekte ve müslümanların zihnine olumsuz bir algı yerleştirmeye
çalışmaktadırlar. Oysa böyle bir iddia tamamen yanlıştır. Bu, sadece onların
hüsnü kuruntusudur; temennisidir; olmasını arzu ettikleri şeydir.
Bu itibarla 1400 öncesinin
şartlarını günümüze taşımaya çalışmak yerine, günümüz şartlarını dikkate
alarak, İslâm’ın ana umdelerini de göz önünde bulundurarak yeni içtihatlar
yapmak ve yeni sorunlara yeni çözümler üretmek elzemdir. Yukarıda da ifade
edildiği üzere bunu sahanın uzmanlarının yapacağı muhakkaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in, “Bizim işimizde (dinimizde) bulunmayan her (yeni) şey reddedilmiştir” hadisinde kastedilen
yenilik ise “dinin özüne” yapılan müdahalelerle ilgili bir husustur. Yoksa
Hz. Peygamber döneminde vukû bulmamış problemlere genel çerçeve esas alınarak
çözüm üretilmesi bid’at olarak asla değerlendirilemez.
Nitekim İslâm’da içtihat müessesesinin kabulü ve ısrarla teşviki o
döneminde vukû bulmamış problemlere çözüm üretilmesini sağlama amacına matuftur. Dolayısıyla içtihat ile
bid’ati birbirine karıştırmak ve kaynaklara uygun yapılmış bir içtihadı “bid’at”
olarak değerlendirmek sefihlikten ve ahmaklıktan başkası değildir.
Örneğin yukarıdaki hadisi delil getirerek organ nakline karşı çıkmak ve “Organ
nakli caiz değil, bid’attir” demek İslâm’ın genel ilkelerinden bîhaber
olmaktır. Maalesef din adamı kisvesine bürünmüş din satıcıları böyle sözler söylemekte,
bazı sefihler de bunların kılık kıyafetine bakarak peşlerinden gitmekte ve
kendilerine yazık etmektedirler.
Oysa bu hadisten hareketle bütün değişim ve yeniliklere kapalı olmak,
İslâm’ın genel ruhuyla çelişmeyi kabullenmektir. Zira insanlık âlemi dün olduğu
gibi bugün de hayatın hemen her safhasında daima bir gelişim ve değişim halindedir.
İnsanı ve toplumu ilgilendiren olaylar gün be gün değişik şekil ve versiyonlarda
sahneye çıkmaktadır. Bundan dolayı her olayın çözümü için çağlar öncesinden bir
hükmün tayin edilmesi imkânsızdır. Ancak özünde birçok olayın çözümünü ihtiva
eden “genel ilke ve prensiplerin konulması” bir hukuk sistemi
için eksiklik değil aksine zarurettir.
Öte yandan şu gerçeğin altı çizilmelidir ki, İslâm’da hükümlerin esnekliği
ifadesi hiçbir zaman onun “değişmezliği ve ebedi yürürlüğü” ilkelerinden
ayrı düşünülemez. “Esneklik” kavramı, “değişmez öz”ün farklı ortamlara göre
farklı şekiller almasını temin eden bir özelliktir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklamamız mümkündür: Suyun özünden ve
fonksiyonundan hiçbir şey kaybetmeden, kabına göre şekil alabilmesini hatta
fevkalade hallerde geçici olarak katı (buz) veya gaz (buhar) haline
dönüşebilmesini sağlayan özelliği, onun “esnek bir yapıya” sahip oluşundandır. Ancak
görünüşteki bu şekil değişikliği, hatta geçici olarak buz veya gaz hâline
dönüşmesi onun “su” olma özelliğini asla zedelemez.
Bütün bu bilgilerden sonra şunlar ifade edilebilir:
Din ile arasına mesafe koyan ve dinden
hazzetmeyen bazı yobazlar ısrarla; “Bin dört yüz sene indirilmiş bir Kitab’a
uyulmaz. O çağın gerisinde kalmış bir dogmalar bütünüdür” diyerek Kur’ân’ın
ilkelerini dışlama derdinde iseler ve anlamak için hiçbir çaba sarf
etmiyorlarsa bu tür din düşmanlarına karşı mesafeli durmakta yarar vardır.
Aynı şekilde dine yakın görünen ve
dini yaşadığını zanneden bazı yobazlar da İslâm’ı koruma adına “Kitab’ın sadece
lafızlarını okuyup maksadını anlamaya yanaşmıyor, şartların zorladığı konularda
Kur’ân ve sahih sünnet’e uygun üretilen içtihatları” bid’at olarak görüp kabul
etmiyorlarsa bu tür ahmaklara karşı da mesafeli olunmasında son derece yarar vardır.
Bu bakımdan her iki yobaz çeşidinin
aynı noktada buluştuğu ve aynı amaca hizmet ettiği söylenebilir. Bir grup nefret
duygusuyla hareket ederken diğer grup ise aşırı sevgiyle hareket etmekte,
ancak her iki grup da dini devre dışı bırakıp hakikatten sapmakta,
hevalarının peşinden gitmekte ve sonuçta aynı noktada buluşmaktadırlar.
Oysa bu ve bunun gibi kesimlerin gerçeği aramak, meselenin özünü anlamaya
çalışmak ve bulmak gibi bir ödevleri vardır.
Bu itibarla “On sene önce böyle
demiyordunuz. Yüz sene önce böyle demiyorlardı” gibi söylemlerle o dönemin
şartlarında alınmış içtihadı eleştirmek ve bugünün şartlarında “alınan o kararı”
önemsizleştirmeye çalışmak doğru değildir. Böylesine basit mantık kuralları
içinde üretilen sözlerle İslam’a saldıranlara prim vermek ve İslâm’ın
yaşanılabilir bir din olduğu gerçeğinin üzerini örtmek fevkalade yanlıştır.
Bu tür akıl yürütmelerde bulananlar her
ne kadar kılık kıyafet ve görünüş olarak müslümanlara benzeseler de bunlar
dinin özünü, ruhunu ve maksadını anlamaktan gafil kimselerdir. Bu bakımdan söz
konusu zavallıların hatalarını kabulden kaçınmaları ve yanlışlarını savunmaya
devam etmeleri, üstelik uyarı görevini yerine getirenlere düşmanlık beslemeleri
doğru değildir. Kanaatimizce bunlar İslam’ın sorunlarını kendilerine dert
edinmemiş sözde ve gösterişçi müslümanlardır; zira bunlar gerçeği araştırmamış,
üzerlerine vazife olmayan konularda ahkâm kesmiş, tereciye tere satmış,
uzmanlığa saygı göstermemiş ve çırpındıkça daha da batmışlardır.
Bu zavallılar, “Her bid’at
dalâlettir” diyerek ehlinin yaptığı içtihadı “sapkın” ilan etmiş ve çağın
değişen şartlarını ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak üretilen yorumlara
ve bu yorum sahiplerine düşmanlıktan kaçınmamışlardır. Dolayısıyla esas
bunların yaptıkları sapkınlık ve hamakattır.
Çünkü eğer bu adamlar ve onlara destek
olanlar samimi iseler şu örnekler üzerinde kafa patlatmaları ve gerçeğin
peşinden koşmaları gerekir:
Neden Hz. Ömer, kıtlık senesi had
cezasını uygulamamış ve hırsızın elini kesmeyerek İslam toplumuna bir mesaj
vermeye çalışmıştır? Onun bu uygulaması, zamanın ve şartların değişmesiyle ahkâmın
tegayyür edebileceğini gösteren en önemli örneklerden birisi değil midir?
Yine Hz. Ömer, neden müellefe-i
kulub’a zekâttan pay verme uygulamasını kaldırmıştır? Onun bu uygulaması,
zamanın ve şartların değişmesiyle ahkâmın tegayyür edebileceğini gösteren en
önemli örneklerden birisi değil midir?
Görüldüğü üzere bu uygulamasıyla Hz.
Ömer ne âyetin hükmünü değiştirmiş ne de ona muhalif bir iş yapmıştır. Hz. Ömer’in kıtlık
zamanı âyetin hükmünü uygulamamasının temel nedeni, insanların aç kalmaları ve
ihtiyaç halinde bulunmalarıdır. Aynı şekilde Hz. Ömer’in müellefe-i kulub’a zekâttan
pay vermemesinin nedeni; “o gün müellefe-i kulûbtan hiçbir kimsenin kalmamasıdır.”
Aynı şekilde neden İmam Şafiî, Mısır’a
yerleştikten sonra oranın şartlarını dikkate alarak eski görüşlerinden
vazgeçmiştir? Onun bu şekilde yeni içtihatlar yapması, zamanın ve şartların
değişmesiyle ahkâmın tegayyür edebileceğini gösteren en önemli örneklerden
birisi değil midir?
Dolayısıyla bu örnekleri çoğaltmamız
mümkündür. Ancak aklını kullananlar için bu kadarı yeterlidir. Bu itibarla herkes
doğru düşünmeli ve elmalarla armutları birbirine karıştırmamalıdır. Bir kimse
elmalarla armutları birbirine karıştırıyor, bütün uyarılara rağmen inadını
sürdürüyorsa o kimsenin ahmağın/ zır cahilin/ salağın teki olduğu söylenebilir.
Bu aptalın boş yere konuşmayı, kendini ve başkalarını aldatmayı bırakması hem kendi
hem de peşinden sürüklediği zavallıların yararına olacaktır.
Sonuç olarak, zamanın ve şartların
değişmesiyle bazı hükümlerde değişikliğe gidilebilir. Bu İslâm’ın evrensel bir
din olmasının tabiî bir sonucudur. Değişmez hükümleri gerekçe göstererek
değişebilecek hükümlere karşı çıkmak sefihliktir. İçtihat kıyamete kadar olacak
ve bunu da sadece ve sadece ehli yapacaktır. Menfaati gereği ilkesiz
davranarak gerçeği çarpıtanlar, uzman olmadığı alanda ahkâm kesenler, âlemi kör
ve sersem kendini akıllı zannedenler ise düştükleri bataklıkta debelenmeye,
çırpındıkça daha da batmaya devam edeceklerdir. (25.11.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder