Ruh Nedir? I (360/1)

 

Bu zamana kadar ruh hakkında pek çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Bu konuda birbirinden farklı epey görüş vardır. Biz de beşerî ruh ile ilgili kendi düşüncelerimizi açıklamaya geçmeden evvel şunu özellikle belirtmek isteriz ki, beşerî ruhla ilgili söyleyeceklerimiz tamamen şahsımıza ait olduğu için muhtemel hatalar da bize aittir. Yazdıklarımızın “mutlak doğrular” olduğu iddiasında elbette değiliz. Ancak bunlar bizim “şimdilik” ulaştığımız sonuçlardır ve “beşerî ruh” ile ilgili en doğruyu bilen sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Ruh mevzuu, ilmî ortamlarda ehil kişiler tarafından tartışılmaya devam ettikçe çok daha güzel ve faydalı sonuçlara ulaşmak mümkün olabilecektir.

Bununla beraber beşerî ruhla ilgili yarım yamalak bilgilerine güvenen ve bunları kesin doğrular zannedenlerin bu makaleyi okumamaları ve derhal bırakmaları gerekir. Zira bu makale kendini “havas” ve “havassu’l-havas”tan zanneden kimseler için değil “sadece sağlıklı tefekkür yapabilen samimi insanlar” için yazılmıştır. Dolayısıyla ön yargıyla, kin ve nefretle, düşmanlıkla meselelere yaklaşan cahil cühelanın yazdıklarımızı anlayabilmeleri ve doğru analizler yapabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle biz, o tür sefihlere/cahillere “Selam!”[1] diyor, yolumuza devam ediyor ve “hakikatin peşinde olan dürüst ve erdemli insanlara” seslenişimizi sürdürüyoruz. (Böyle bir uyarıyı yapmamızın temel nedeni, okuduklarını anlamaktan aciz zavallıların daha fazla vebale girmemelerini istememizdir; çünkü yazılanları yanlış anlamak için üstün gayret gösterip dedikodu ve iftira üreten ve bunlardan medet uman alçaklar vardır. Her ne kadar onları “bu dünyadaki” şefkat ve merhametimizin doğal bir sonucu olarak “şimdilik böyle uyarsak ve dikkatli olmaya davet etsek” de onların bu değersizleştirme/itibarsızlaştırma girişimlerinden mütevellit kul haklarımızın saklı olduğunu ve “ahiret günü” bütün bunları kesinlikle alacağımızı, haklarımızı asla helal etmeyeceğimizi ve onlara da acımayacağımızı bilmelerini isteriz. O yüzden bu tür kimseler kendi işlerine güçlerine baksınlar! Bu makaleyi ve diğer yazdıklarımızı kesinlikle okumasınlar! Onlar Kur’ân ve sahih sünneti rafa kaldırdıkları için dördüncü, beşinci ve altıncı sınıf kitaplardaki masal, efsane, mitoloji, hikâye, menkıbe, İsrâiliyat, Mesîhiyat, Mecusiyât ve uydurma rivâyetlerle hem kendilerini hem de taraftarlarını oyalamaya, uyutmaya ve avutmaya devam etsinler! Ancak “avam” olarak niteledikleri, bir türlü kandıramadıkları, beyinlerini yıkayamadıkları, gerçekleri öğrenmek isteyen akıl sahibi genç kız ve erkekleri de iftiralarla/yalanlarla engellemeye kalkışmasınlar! Bu, eğer anlarlarsa onların iyiliğine yapılmış samimi bir ikazdır. Çünkü bir fikri tenkit etmek ve çürütmek yerine tekfire, hakarete, düşmanlığa ve itibarsızlaştırmaya başvuruyorlarsa bu, hem kendilerine hem de bilgilerine güvenmediklerinin ve yanlış yolda olduklarının apaçık bir delilidir/göstergesidir/işaretidir. Zira yarasaların ışıktan rahatsız oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.)

Şimdi beşerî ruh ile ilgili genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.

Bazı İslam âlimleri “uzun araştırmalar sonucu”, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem ve Hz. İsâ’nın yaratılışından bahseden âyetlerde geçen “ruh” kavramıyla kast edilenin “beşerî ruh”,[2] diğer “ruh” terimleriyle kast edilenin ise “melek, vahiy veya Kur’ân” olduğu yönünde bir kanaate ulaşmışlardır. Onlara göre Hicr Sûresi 29 ile Sa’d Sûresi’nin 72. âyetinde geçen “Ona kendi ruhumdan üfledim” ifadesi “cansız bedenin hayat kazanmasını anlatan mecazî bir ifadedir.” Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemesi ve beşerî ruhun Allah’ın zatına nispet edilmesi ise “O’nun yarattığı varlıklardan herhangi birinin Allah’a nispet edilmesi” gibidir. Yani “beşerî ruh” da Yüce Allah’ın yarattığı varlıklardan herhangi biridir ve tıpkı Kur’ân’da geçen “Allah’ın devesi”[3] ve “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi”[4] ifadelerinde olduğu gibi anlaşılmalıdır. Zira ruh, çok anlamlı kelimelerdendir ve farklı âyetlerde bağlama/siyak ve sibaka/kontekste göre muhtelif manalara gelmektedir.

Diğer taraftan Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir (O’nun bileceği bir şeydir). Size (bu konuda) pek az ilim verilmiştir[5] âyetinde geçen “ruh”u “vahiy meleği Cebrâil” ya da “onun vahyi inzal edişi” şeklinde açıklayan İslam âlimleri de vardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’de “hakkında az bilgi bulunan Cebrâil’i” ve “onun yaptığı görevin mahiyetini tam olarak algılayabilme” ve “vahyin Hz. Peygamber’in hafızasına kaydedilme sürecini bilebilme” konusunda insanoğluna “çok az bilgi” verildiğini düşündükleri için bu kanaate sahip olmuşlardır. Nitekim mezkûr âyetin sonrasındaki âyetler de bu görüşü teyit eder mahiyettedir. Müteakip âyetler şöyledir: Andolsun ki, eğer isteseydik sana vahiy ettiğimizin tamamını giderirdik (senin hafızandan silerdik) ve sonra onu elde etmek için bizim katımızda kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak böyle yapmadık. Çünkü O’nun sana olan lütfu büyüktür.”[6]

Görüldüğü üzere âyetin siyak ve sibakı dikkate alınarak konu anlaşılmaya çalışıldığında meselenin çözümü çok daha kolay olmakta, ancak Kur’ân’a bütüncül değil parçacı yaklaşıldığında ise çok yanlış ve hatalı sonuçlara gidilmektedir.

Örneğin İsrâ Sûresi 85. âyette geçen “ruh” kavramına “vahiy meleği Cebrâil” ya da “onun vahyi inzali” yerine sadece “ruh” anlamını veren İslâm bilginleri “ruh” konusunu tartışmayı doğru bulmamış, bu konuda insana “çok az bilgi” verildiğini söylemiş ve bunun gaybî bir konu olduğunu söyleyerek meseleyi kapatmaya çalışmışlardır. Ancak bu “ruh” ile kast edilenin “Cebrâil” ve “onun yaptığı görevin mahiyeti” olduğunu düşünenler ise, “beşerî ruhun” nasslar ve başka sahih bilgi vasıtaları yardımıyla araştırılıp tahlil edilebileceğini ve tartışma konusu yapılabileceğini ifade etmişlerdir.

Bu nedenledir ki biz, “insanın kendi ruhunu (beşerî ruh) daha doğru tanıması, Kur’ân’da haber verilen tüm bu gerçekleri anlayıp anlamlandırabilmesi, psikolojik rahatsızlıklarından kurtulabilmesi ve Yüce Allah’a manen çok daha yakın olabilmesi” için ruh konusunun mü’minler arasında “ilmî ölçüler içerisinde tartışılması ve yeni fikirler üretilmesi” gerektiği kanaatindeyiz. Zira insanoğlu “beşerî ruh”u doğru idrak ederse Rabbine daha da yakınlaşır. Nitekim Yüce Allah ile kurbiyeti sağlayan beden değil “beşerî ruhtur.” Bu bakımdan ruh hakkında doğru ve güvenilir bilgilere sahip olmak çok ama çok önemlidir.

Diğer taraftan Yüce Allah, şu âyetlerde Kur’ân’ı “ruh” olarak isimlendirmiş ve nasıl “bedenleri ruh ile canlandırmışsa”, “kalplerinde Kur’ân ile hayat bulmasını/canlanmasını, mü’minler için şifa ve rahmet kaynağı olmasını” istemiştir: (Ey Resulüm!) İşte böylece sana da kendi buyruğumuzdan bir ruh (hayat veren Kur'an'ı) vahiy ettik. Sen (bundan önce) kitap nedir, iman(ın esasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur'an'ı sizi aydınlatacak) bir nur yaptık. Kullarımızdan dileyeni (hakikatin peşinde koşanı) onunla hidayete iletiriz. Ve şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.”[7]

Âyette de belirtildiği üzere insanların “ruhlarının gıdası”, dünya ve ahiretin mutluluk reçetesi en son vahiy kutsal Kur’ân’dan başkası değildir. Zira Kur’ân’ın ilkeleri, gönüllere hayat bahşeder,[8] vesvâsi’l-hannâsları (tüm sinsi ayartıcıları) yenme hususunda insanoğluna rehberlik eder,[9] Yüce Allah’ın ve meleklerin de desteğiyle karanlıklardan aydınlığa çıkmasına imkân sağlar.[10]

Bu açıklamalardan sonra ifade edelim ki bize göre “beşerî ruh”, “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları/yazılımları” olan, mekân olarak “özellikle beyni ve tüm vücudu” kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra (zigot iken) insana üflenen bir nefhadır. Beşerî ruh, nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir; insanoğlunun “hakiki varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.

Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan candır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri “tek başına” insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.

Beşerî ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılır; ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği asla yoktur. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde beşerî ruh geldiği yere geri döner,[11] bu durumda beden “cesede” dönüşür. Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübelerin/üstün metafizik duyguların yaşandığı esnada bile ruh bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte, görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının ihtilam olmasını veyahut kâbus gören bir insanın boncuk boncuk terleyip titremesini ve korkmasını izah etmek mümkün olmazdı. 

Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakıp “zamanı ve mekânı” aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya çalışılan yanlış, sapkın, boş itikatlardan ve mitolojilerden başkası değildir.

Ancak müttakî/muhsin/muslih/muhlis/salih kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/manen/ruhen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller “sadece kendini” bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “kutsal gerçekler/ilahi ilhamlar” diye pazarlayamaz/dayatamaz/savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz” diyemez; böbürlenerek samimi mü’minleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyen herkesin “yapmaları gereken bütün emir ve nehiyleri yaptıktan sonra” böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün olduğunu söyleyebilir.

İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden beşerî ruhun tekrar “berzah duvarını/perdesini/engelini” aşarak dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanmaktayız. Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir[12] ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhların bedenlerle birleşeceğini,[13] herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini,[14] sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını[15] haber vermektedir.

Dolayısıyla ölmüş kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği, şehitlerin, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği, onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir ve ciddi delillerden yoksundur. Bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslam’a sokulması, kussâs (hikâyeci vaizler) tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen cahil din adamları/hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/din tüccarları[16] marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür hurafelere/saçmalıklara “din” diye inananlar da neye inandıklarını araştırmadan inandıkları için suçlu ve sorumludur. Zira Yüce Allah, herkese kullansınlar diye “akıl gibi mükemmel bir nimet” bahşetmiştir.

Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden alınarak İslam’a sokulmaya çalışılan “hadis görünümlü mitolojik muhtevalı” haberlerdir. Bunların Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakleden, bunlara körü körüne inanan ve savunanlar kesinlikle mes’ul olduklarını bilmelidir.

Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu değildir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli hiçbir neden yokken imha etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın “Hakîm sıfatıyla” bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceği” âyetini[17] siyak ve sibakı da dikkate alarak “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan varlıkların ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” şeklinde anlamak gerekir. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki, Yüce Allah’ın sonsuzluğu ile insanın sonsuzluğu bir ve eşit değildir. O’nun ebediliği “kendi zatına” mahsustur. Allah’ın yarattıklarıyla “aynı kategoride” olması zaten muhaldir. Zira O’nun “benzeri gibisi bile” yoktur. O biriciktir ve tektir; eşsiz ve benzersizdir. Oysa insan ve cinlerin sonsuzluğu ise Allah Teâlâ tarafından verilen bir sonsuzluktur. Bu itibarla her iki ebediliğin birbirine karıştırılmaması ve insanların kendilerini “O’nunla aynı statüde” görmemeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah, Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım, sünnetullah ve adetullahın ilke/prensip/kurallarının kaydedildiği temel veri tabanı/programing) belirlediği sünnetinde (kendisi için koyduğu kurallarda/ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) hiçbir değişiklik yapmayacağını haber vermiştir.[18]

Öte yandan beşerî ruhun -çok önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması ruhun gaybî boyutunu yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de bilimsel değildir. Son yıllarda bazı bilim adamlarının bu yanlıştan döndüğü görülmektedir. Bu itibarla “beşerî ruh” da bilimin konusu olabilir, olmalıdır ve olmak zorundadır. (15.12.2015)



[1] el-Kasas 28/55; el-Furkan 25/63; el-A’râf 7/199.

[2] et-Tahrim 66/12; el-Enbiyâ 21/91; es-Secde 32/9.

[3] el-A’râf 7/73; Hûd 11/64; eş-Şems 91/13.

[4] el-Hümeze 104/6.

[5] el-İsrâ 17/85.

[6] el-İsrâ 17/86-87.

[7] eş-Şûra 42/52-53.

[8] el-İsrâ 17/82.

[9] el-İsrâ 17/9-10.

[10] el-Ahzâb 33/43.

[11] el-Bakara 2/156; el-A’râf 7/125.

[12] ez-Zümer 39/42.

[13] Tekvir, 81/7.

[14] el-En’âm 6/94.

[15] el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf 7/8-9; ez-Zilzâl 99/7-8.

[16] el-Maide 5/44, 63; et-Tevbe 9/34.

[17] el-Kasas 28/88; er-Rahmân 55/26-27.

[18] el-İsrâ 17/77; el-Ahzâb 33/62; el-Fetih 48/23.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur!

Evlilik Kader midir? II (362)

Uydurma Rivâyetler ve Mehmet Akif Ersoy’un Uyarısı (236)