Mültecilere Yardım Etmek Lütuf Değil Yüce Allah’ın Kesin Bir Emridir! (341)

 

Yüce Allah insanları yoktan var etmiş, onlara sayısız nimetler bahşetmiş, koyduğu kuralları/sınırları gönderdiği kitaplar ve görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla kullarına bildirmiş ve bunlara uymalarını emretmiştir. Bu itibarla, Yüce Allah’ın emirleri sadece belli bazı ibadetleri yapmakla sınırlı değil hayatın her alanını kuşatmaktadır. Bu uyarıyı göz ardı ederek kendine göre bir din yaşamak veya yaşadığını zannetmek kesinlikle doğru değildir ve böyle bir durum kişinin kendine yazık etmesidir.

Bu girişten sonra şunu söyleyebiliriz: “Ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan masum/mağdur/mazlum kadınlar, erkekler ve çocuklar için mülteci kampları kurup onlarla ekmeğini ve suyunu paylaşmak, onlara insanca yaşayacakları imkânları hazırlamak Yüce Allah’ın müslümanlara bir emri”dir. Bu emri gönülsüzce yapmak veya yaptıktan sonra başa kakmak veyahut bu davranışı onlara karşı yapılmış bir lütuf gibi görmek veya göstermek Yüce Allah’ın koyduğu sınırları bilmemektir. Kaldı ki böyle yapanların hiçbir sevap elde edebilmeleri de mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ, gerektiğinde bu gibi ezilmiş kimseler için “savaşmayı” emretmektedir. Âyeti birlikte okuyalım.

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf, çaresiz ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”[1]

Görüldüğü üzere eğer bu âyet “savaşmayı” emrediyorsa “ekmeğin ve suyun paylaşılması” zaten olması gerekendir. Çünkü en son çare olan savaş emrediliyorsa diğerlerini yapmak hayli hayli gereklidir. Nitekim aklını kullananlar bunu çok iyi fark edebileceklerdir.

Ne söylemek istediğimizi farklı iki konudaki şu âyetleri zikrederek açıklamaya çalışalım:

Mesela Yüce Allah, Kur’ân’da anne ve babaya “öf” bile denilmesini yasaklamıştır. Dolayısıyla eğer onlara “öf” denilmesi yasak ise dövmek, sövmek, hakaret etmek veya azarlamak zaten otomatik olarak yasaktır. Çünkü onlara karşı en küçük bir yanlışın yapılmasının yasaklanmış olması, ondan daha büyük bir yanlışın yasaklandığının delilidir. Çünkü öfke, sıkıntı veya hoşnutsuzluk anında bile “öf” denilmesinin yasaklanması normal hallerde onlara çok iyi davranılması gerektiği sonucunu kendiliğinden doğurur. Âyeti birlikte okuyalım.

“Rabbin, kendisinden başkasına asla kulluk etmemenizi, anne babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle!”[2]

Görüldüğü üzere bu emir gayet açıktır. Kimsenin “Bu âyetten haberim yoktu” veyahut “Âyeti anlamadım” demesi imkânsızdır.

Hatırlatmak istediğimiz bir diğer âyet ise şudur:

“Yeryüzünde [sefere] çıktığınızda, hakikati inkâra şartlanmış olanların aniden üzerinize saldırmasından korkarsanız namazlarınızı kısaltmanız günah olmaz: Çünkü o hakikati inkâr edenler sizin apaçık düşmanlarınızdır. O halde sen mü’minler arasında iken onlara namazda imamlık yapacaksan, [yalnızca] bir bölümünün, silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Onlar namazlarını bitirdikten sonra namazlarını eda etmemiş olan diğer grubun her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip seninle namaza durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar;  [çünkü] hakikati inkâra şartlanmış olanlar sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı isterler ki ani bir baskınla üzerinize saldırabilsinler. Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz  yahut hasta iseniz [namaz kılarken] silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur; ama tehlikeye karşı [daima] hazırlıklı olun. Allah, şüphesiz, hakikati inkâr edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”[3]

Görüldüğü üzere yukarıdaki âyetlerde “savaş esnasında” bile cemaatle namazın nasıl kılınacağı detaylı olarak anlatılmaktadır. Dolayısıyla savaş esnasında bile namazın nasıl kılınacağını tarif eden bir dinin “keyfî olarak terk edilen namazın kazasından söz etmesi” hiçbir şekilde düşünülemez.

Bu nedenle eğer bir din, savaş esnasında hem de “cemaatle birlikte” namazın nasıl kılınacağını açık, net ve detaylı olarak anlatıyorsa “keyfi olarak namazın terkedilemeyeceği sonucu” kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, “Kur’ân-ı Kerîm’de kaza namazından bahseden hiçbir âyet” yoktur. 

Tekrar ifade edelim ki, mezkûr âyetlerdeki bu kadar ayrıntılı açıklamalara rağmen, hâlâ bu ikazları göz ardı ederek “kasten namazı terk edenlere” iyilik yaptıklarını zannederek “bile bile ve keyfi olarak kılınmayan namazın kazasının olabileceği intibaını/algısını” uyandıran, böyle sakat bir anlayışı savunan, böyle yanlış bir zihniyetin oluşumuna ve devamına sebebiyet verenler aslında hem İslâm’a hem de müslümanlara büyük zarar verdiklerini artık fark etmelidir.

Çünkü böyle yapmak Allah adına konuşarak O’nun dinini yanlış tanıtmaktır; dini tahrif etmektir; dine olmayan bir şeyi sokmaktır.[4] Zira Kur’ân, hiçbir şekilde kaza namazından söz etmemekte, savaş esnasında bile cemaatle namazın nasıl kılınacağını en ince ayrıntısına varıncaya kadar anlatmaktadır. Kaldı ki Hz. Peygamber de “dört zaruri durum (uyku, unutma, baygınlık ve savaşın en kızıştığı an) söz konusu olduğunda kaza namazının kılınacağını söylemiş, “kasten namazı terk edenleri sert bir şekilde” ikaz etmiştir.

Dolayısıyla keyfi olarak namazı terk edenlere “bile bile terk ettikleri o namazları” kaza edebileceklerini söyleyenler dayanaksız, temelsiz, tutarsız ve keyfî konuşmakta ve hüsnü kuruntularla birbirlerini uyutmaya ve avutmaya devam etmektedir. Zira Hz. Peygamber, bu “dört durum” haricinde herhangi bir kaza namazından bahsetmemiş ve keyfi olarak terkedilen namazın kazasını gündeme dahi getirmemiştir.

Öte yandan bir başka âyette Yüce Allah; Onlar (bilirler) ki, gerek dilenen gerekse (iffetinden dolayı dilenmeyen ve ihtiyaç içinde) mahrum kalan (fakirler) için onların mallarında belirli bir hak (pay) vardır”[5] buyurmakta ve muhtaçlara/mültecilere maddî ve manevî yardımı emretmektedir.

Bütün bu âyetleri göz ardı ederek, geçmişte yaşanmış Ensâr ve Muhâcir kardeşliğini/dayanışmasını unutarak mültecilere yardım etmeyi çok görmek ve “Bizim de kendi fakirlerimiz var, önce onlara bakalım!” söyleminin arkasına saklanarak müslümanları tahrik etmek, bu tahriklere inanarak yardımı kesmek, mültecilere kötü davranmak “resmen İslam’ın ikinci plana itildiğinin, Allah’ın emirlerinin umursanmadığının ve Kur’ân’ın rafa kaldırıldığının[6] apaçık bir delili”dir.

Özetle ifade edecek olursak; anne babaya öf bile denilmesinin yasaklanması ondan daha büyüklerinin yapılmasını otomatik olarak yasak kılar; savaş esnasında bile cemaatle namazın nasıl kılınacağının tarif edilmesi keyfi olarak namazın kazaya bırakılmasının imkânsız olduğunu gösterir ve masum/mağdur/mazlum kadınlar erkekler ve çocuklar için savaşın emredilmesi mezkûr kimseler için mülteci kamplarının kurulmasını zaten gerekli kılar. Çünkü en son çare olan savaş emrediliyorsa diğerlerini yapmak hayli hayli gereklidir. Bu bakımdan Yüce Allah’ın söz konusu emirlerini hafife almak veya yaptıktan sonra başa kakmak veyahut bu davranışı vazife gereği değil de “mültecilere karşı yapılmış bir lütuf” gibi görmek veya göstermek Yüce Allah’ın koyduğu sınırlarını ihlal etmektir.

Tam da burada Yüce Allah’ın koyduğu sınırları ihlalle ilgili şu âyetleri hatırlatmamız uygun olacaktır:

“İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu yasalarıdır/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır. Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[7]

Sonuç olarak mültecilere, mazlumlara, yaşam hakkı tehdit altında olanlara, din ve vicdan özgürlüğü ellerinden alınanlara sahip çıkıp maddî ve manevî yardım etmek, gerekirse onlar için savaşmak, ölümü göze almak Yüce Allah’ın bir emridir/yasasıdır. Bu yasa aleyhine hareket edip sonra utanmadan ve sıkılmadan Yüce Allah’tan cenneti isteyenlerin bu yaptıkları züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Kur’ân’ı rafa kaldıran, Yüce Allah’ın emirlerini umursamayan, kâfir, müşrik ve münafıkların tahriklerine kapılarak bu hakikat inkârcılarının safında yer alan ve iyiliklerin yapılmasına engel olanlar[8] yukarıdaki âyetler üzerinde bir kez daha düşünmeli ve buradan gereken dersi almalıdır. (07.08.2015)



[1] en-Nisâ 4/75.

[2] el-İsrâ 17/23.

[3] en-Nisâ 4/101-102.

[4] en-Nahl 16/116-117.

[5] el-Meâric 70/24-25. Ayrıca bk. ez-Zâriyat 51/19.

[6] el-Furkân 25/30.

[7] en-Nisâ 4/13-14.

[8] et-Tevbe 9/67; el-Münâfikûn 63/7.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur!

Evlilik Kader midir? II (362)

Uydurma Rivâyetler ve Mehmet Akif Ersoy’un Uyarısı (236)