Mahşer Günü Şefaat Var mıdır? Varsa Nasıldır? (350)
Şefaat konusu asırlardır yanlış anlaşılan ve anlatılan konuların başında
gelmektedir. Bu hususta gerekli araştırma ve incelemeyi yapmadan konuşanlar,
insanlara yalan yanlış bilgiler aktaranlar ve onları boş hayallerle avutanlar
kesinlikle sorumlu olacaklarını bilmelidir.
Şurası muhakkak ki “şefaat
vardır” ancak bu müslümanların çoğunun zannettiği gibi değildir. Böyle
yanlış bir algının oluşumunda Hz. Peygamber’e nispet edilen; “Şefaatim büyük günah işleyenleridir” rivayetinin
etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm müslümanları samimi tövbeye
çağırırken[1] bu
rivayet tam tersini yapmakta ve insanları tembelliğe ve vurdumduymazlığa davet
etmektedir. Bu itibarla Hz. Peygamber’in maksadının çok iyi anlaşılması ve
mezkûr rivâyetin Kur’ân-ı Kerîm’le uyumlu hâle getirilmesi gerekir.
Kanaatimizce Hz. Peygamber bu sözüyle şu mesajı vermek istemiş olabilir: “Şefaatim
(Allah’ın takdiriyle günahlarının bağışlandığını veya derecelerinin
artırıldığını bildiren belgeyi/ödülü takdimim); büyük günah işleyen, (ama henüz
dünyada iken derin bir pişmanlık duyup samimi bir şekilde tövbe eden, kendini
düzelten ve sâlih ameller ortaya koyarak vefat eden) mü’minlere yöneliktir.”
Çünkü Kur’ân’da; “De ki: Şefaat (yetkisi) yalnız Allah'a aittir.
Gökler ve yer üzerindeki otorite (yalnız) O'nundur ve sonunda O'na
döndürüleceksiniz.”[2]
buyurulmakta ve “şefaati takdir
yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğu” ifade edilmektedir.
Rivayet bahsettiğimiz şekilde anlaşıldığı ve metinde bulunan kapalılık/muğlaklık
bu şekilde giderildiği zaman bazı kimseler yersiz/asılsız/uygunsuz düşünce ve
inançlarla hem kendilerini hem de başkalarını avutmaktan kurtulabileceklerdir.
Çünkü bazı müslümanlar “bu hadisten” “dünyadayken sürekli günah işleseler
ve günahlarına da tövbe etmeden ölseler dahi” ahirette kolayca Hz. Muhammed’in
şefaatine nail olacakları sonucunu çıkartmakta ve yanlış bir beklenti içine
girebilmektedir. Oysa böyle bir anlayış sakattır. İşin doğrusunu onlara
söylemek yerine sahte ümitlerle onları avutan ve Yüce Allah’a saygısızlık
yaparak günah işlemeye devam etmelerine neden olanlar çok büyük bir vebal
altındadır.
Nitekim bir müslümanın yapması gereken şey Kur’ân’ın ilkelerine uygun
olarak günahta ısrar etmemek[3] bir
an önce hatadan vazgeçmek, iyilikler yaparak kötülüklerini sildirmeye çalışmak[4] ve
tövbe edip salih ameller işleyerek kötülüklerini iyiliklere çevirmek olmalıdır.[5] Görüldüğü
üzere Kur’an’ın tavsiyeleri bu yöndedir ve mezkûr hadis müslümanları günah
işlemeye sevk edecek şekilde değil, tövbeye davet edecek şekilde anlaşılmak ve
anlatılmak durumundadır.
Öte yandan başka rivâyetlerde de “kıyamet günü Hz. Muhammed’in diğer
peygamberlerin aksine fedakâr bir şekilde Sırat Köprüsü’nün başında ümmetini
bekleyeceği, onlara şefaat edeceği, cehenneme atılmaktan onları kurtaracağı”
mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere “ondan habersiz ümmetinin bir
kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı intibaının verilmesi ve
böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması” bile
başlı başına bir problemdir.
Çünkü bir peygamberin Yüce Allah’ın adâletinden şüphe duyduğu izleniminin
doğmasına yol açabilecek bu tür rivâyetler hiç düşünülmeksizin hâlâ
nakledilebilmekte, böylece Yüce Allah ve O’nun elçisi Hz. Muhammed yanlış
tanıtılmaktadır. Ayrıca bu tür rivayetlerle halkın yanlış bir şefaat
anlayışına sürüklenmesine neden olunmaktadır. Böyle bir Tanrı ve şefaat
anlayışı ise bazı müslümanları sorumlulukları konusunda gevşekliğe ve
aldırmazlığa sevk edebilmektedir. Böyle bir algıyı oluşturup müslümanları
nemelazımcılığa alıştıranlar sonra da kalkıp hiç utanmadan ve sıkılmadan müslümanların
tembelliğinden şikâyet etmektedir. Oysa bu yaman bir çelişkidir. Zira buna sebep
olan kendileridir.
Çünkü bu dünyada suç işleyenlerin affedilmesi yönündeki bazı taleplere
-hiç kuşkusuz ahlâkî olmadığı için- karşı çıkan Hz. Peygamber’in ahiret günü
büyük günah sahiplerinin affedilmesini sağlamak için çaba harcaması ve Sırat Köprüsü’nün
başında oturup onları beklemesi asla mümkün değildir. Zira bu tür bir şefaat
anlayışı Kur’ân’a terstir ve “zerre
miktarı iyilik ya da kötülük yapanların bunun karşılığını alacağı”[6]
veya “hardal tanesi kadar bile olsa iyi
ya da kötü her şeyin mutlaka tartıya konulacağı”[7]
ilkelerine alenen aykırıdır.
Kaldı ki Hz. Peygamber’in; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan
dilediğin şeyi iste vereyim. Fakat ben seni Allah’ın azabından koruyamam!”[8] sözüyle “Hiçbir
insanın başka birine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm ve
yetki yalnız Allah’a aittir”[9] âyeti ortadayken,
hâlâ “büyük günah” sahiplerine “tövbe etmeden ölseler dahi” Hz. Peygamber’in onlara
şefaat edeceğini söylemek ne kadar doğru olabilir?
Böyle bir şeyi savunan ve onun söylemediği bir sözü ona isnad edenler
kendilerini ahiret günü cehennem azabından nasıl kurtarabileceklerdir?
Hz. Peygamber açıkça kızını bile kurtaramayacağını söylediği halde bu
hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/yarım hocalar Hz. Muhammed’in ümmetini
toptan cehennemden kurtaracağını nasıl iddia edebilirler?
Bu yarım hocalar neye güveniyorlar?
Hz. Peygamber’in otoritesini istismar ettiklerini hiç mi düşünmüyorlar?
Bu aklı kıt adamlar bunun hesabını nasıl verecekler?
Bu büyük vebalin altından nasıl kalkacaklar?
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan bir kadının bağışlanması
için aracılık yapmaya yeltenenlere; “Allah’ın hükümlerinden birini
uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?...”[10] şeklindeki
tepkisi Hz. Muhammed’in Yüce Allah ile “günahkâr kul” arasına girerek şefaatçi
ve kayırıcı olmayacağının apaçık bir delili değil midir?
Fiilî görev yeri olan dünyada
kendisine verilmeyen böyle bir yetki, nasıl olur da hükmün sadece Yüce Allah’a
ait olduğu o günde ona verilebilir?[11]
Dolayısıyla Hz.
Peygamber’in kendisinden böyle bir şefaat umabileceklerin aşırı beklentilere
kapılmasına müsaade etmediğinin anlaşılması/bilinmesi gerekmektedir. Çünkü o; “Ve
en yakınları[ndan başlayarak erişebildiğin herkesi] uyar”[12] âyeti geldikten sonra yakın çevresine; “Ey
Kureyş topluluğu! Ey Benî Abdilmuttalip! Ey Abbâs b. Abdilmuttalip! Ey Sâfiyye!
Ey Fatıma!” diyerek, “Kendilerine
Allah katında herhangi bir yardımının olamayacağını, herkesin dünyadayken
kendisini kurtaracak sâlih ameller işlemesi gerektiğini”[13]
söylemiştir.
Görüldüğü üzere Hz.
Peygamber, başta ailesi ve yakın akrabaları olmak üzere tüm mü’minlere bireysel
görev ve sorumluluklarını hatırlatmış, “ahiret
günü kendi hesaplarını kendilerinin vereceği ilkesini”[14]
onların zihinlerine yerleştirmiştir/nakşetmiştir. Bu itibarla, gerek
zayıf ve mevzû hadisleri gerekse de efsane, mitoloji, hikâye ve masalları
anlatarak insanları yanıltmak ve Hz. Peygamber’i olduğundan farklı göstermek/tanıtmak
doğru değildir. Çünkü peygamberlerin de Yüce Allah’ın buyruklarına muhatap olma
açısından diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi Yüce
Allah’ın emirlerine harfiyen boyun eğmek zorundadır. Zira Kur’ân; “Elbette
kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya
çekeceğiz”[15]
derken
onların da sorumluluk sahibi olduklarını, yaptıklarının onlara da sorulacağını ve
toplumları hakkında şahitlik edeceklerini haber vermektedir.[16]
Dolayısıyla tüm bu âyet ve sahih hadisler ortadayken hâlâ inatla ve
ısrarla yanlış temeller üzerine bina edilen “şefaat anlayışına” sahip çıkmak ve
bunu körü körüne savunmak ne kadar doğrudur?
Öte yandan gerek peygamberlerin, gerekse velîlerin kayıtsız şartsız ya da
kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç
zaten âyetlerle reddedilmektedir.[17] Çünkü
şefaate hak kazanabilmek için “Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta,[18] O’nun
varlığına ve birliğine tereddütsüz bir imana sahip olunması gerekmekte,
dünyadayken tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve
rızasını elde etme şartı” bulunmaktadır.[19]
Dolayısıyla büyük günah sahipleri Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine
kesin olarak inanmış olmaları, tövbe etmeleri, samimi olduklarını ispat
etmeleri kaydı şartıyla, peygamberlere ve diğer sâlih kullara verilecek şefaat izni (Allah’ın takdiri sonucu
bağışlanmayı hak eden tövbekâr kula veya derecesi artırılan mü’mine “ödülünü
takdim etme şerefi”) sayesinde Yüce Allah’ın bağışlamasıyla
karşılaşabileceklerdir.[20]
Peygambere verilecek şefaat hakkı
peygamber için bir “onurlandırma” olduğu kadar, onun ümmetinden affı hak eden
tövbekâr kul için veyahut cennetteki derecesi yükseltilecek müttakî bir mü’min
için de “şeref” olarak görülebilir. Bu itibarla, böyle bir şefaati hak
edebilmek için daha dünyadayken büyük günahlara tövbe edilmesi, sonrasında da o
günahları affettirmek için dürüst ve erdemli davranışlar ortaya konulması
gerekmektedir.
Diğer taraftan yanlış bir şefaat anlayışının sadece dinî açıdan değil,
aynı zamanda, sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da zararlarının
olduğu ortadadır. Çünkü yanlış şefaat anlayışının egemen olduğu toplumlarda “ferdin değeri, kişisel sorumluluğu ve adalet
ilkesi” rahatlıkla göz ardı edilebilmekte ve hayatın işleyişi tamamen
imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne terk edilebilmektedir. Böyle toplumlarda
ise “ilkeler” değil “kişiler”, “hak ve
adalet” değil “kayırma ve iltimaslar” egemen olabilmektedir.[21]
Dolayısıyla yanlış şefaat anlayışının İslâm’a uygun olmadığı ve hayatın
bütün alanlarına menfî etkilerinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.[22]
Bu itibarla Kur’ân’ın; “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi
teker teker bize geleceksiniz ve dünyada iken size verdiğimiz şeyleri arkanızda
bırakacaksınız…”[23]
diyerek “bireyin şahsî sorumluluğunu esas aldığı gerçeği” üzerinde sağlıklı tefekkürün
şart olduğu açıktır/ortadadır.
Bu bakımdan şefaatle ilgili özet olarak şunları söyleyebiliriz:
Şefaat edilmeye (yani; Yüce Allah
tarafından bağışlandığının bir işareti olan ödülü/belgeyi almaya veya
cennetteki derecesinin yükseltildiği müjdesiyle karşılaşmaya) hak kazanmak için
yine Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmaktadır. Yani şefaat edilecek
kimsenin Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz
bir imana sahip olması ve daha dünyadayken
günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini ortaya
koyması gerekmektedir.[24] Çünkü
dünya hayatında tövbeleri ve olumlu
çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını zaten kazanmış bulunan
günahkârlar için kıyâmet gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme
yetkisinin (yani bu tevbekâr kulun affedildiğinin belgesini takdim etme
şerefinin peygambere) verileceği Kur’ân-ı
Kerîm’de ifade edilmektedir.[25]
Dünya hayatında iken O sınırsız
rahmet sahibi Allah Teâlâ ile bir bağlantı/kurbiyet içine girmeyen kimselerin
ahirette şefaatten pay alabilmeleri kesinlikle mümkün olamayacaktır. İşte Yüce Allah’ın reddetmediği şefaat anlayışı budur. Bir günahkâr kul eğer dünyada iken ve henüz yaşıyorken,
yanlışlarını anlar, tövbe eder, imanını sağlamlaştırır ve kendini düzelterek
salih ameller ortaya koyarsa, Yüce Allah ondan razı olur ve onu bağışladığının
bir nişanesi olarak ona ödül takdir edebilir. İşte Yüce Allah’ın takdir
ettiği o ödülü/müjdeyi onu hak eden kimseye “takdim etmek şeklindeki şefaat
anlayışı” Kur’an’a göre
mümkündür.
Şefaati Yüce Allah’ın
mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Yüce Allah’ın kanaatini
değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek kesinlikle doğru
değildir. Aksine Kur’an’da şefaatten söz edilmesinin nedenini, şefaatçileri (Peygamber,
nebi, sıddık, şehit veya salih kulları) onurlandırmaya yönelik bir husus olarak
görmek mümkündür.[26]
Büyük günah sahipleri eğer ölmeden tövbe etmiş ve ölüm öncesinde de salih
amellerle bu samimiyetlerini ispat etmişlerse Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları kaydı şartıyla,
peygamberlere verilecek şefaat hakkı sâyesinde Allah’ın bağışlamasını
umabileceklerdir.[27] Hz. Peygamber’in veya diğer
kimselerin nasıl şefaat edeceğini teşbihte hata olmazsa kıyamet günü
düzenlenecek bir ödül törenine benzetebiliriz. Şöyle ki; ödülü takdir eden ve
bu konuda nihai kararı veren tek makam/merci Yüce Allah’ın bizzat kendisidir.
Bu ödülü hak eden kimseye takdim eden ise Hz. Peygamber veya nebi, sıddık,
şehit veya salih kullardan birisidir. Yani;
şefaate karar veren esas otorite bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Kulun
affedildiği bilgisini ona ulaştıran ve ödülü takdim eden ise bir Peygamber ya
da nebi, sıddık, şehit veya salih kuldur. Bu iki husus birbirinden
çok iyi ayırt edilmelidir.
Dünyada iken gerçek anlamda iman
etmeyen ve günahlarına da tövbe etmeden ölen birilerinin ahirette şefaati hak
edebilmeleri mümkün değildir. Şefaati yukarıda anlattığımız şekilde
değil de, İsrailiyat, Mesihiyat, Mecusiyat, mitoloji, zayıf ya da uydurma rivayetlere bakarak anlatıp aktaranların, böylelikle
de sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyenlerin Kur’an ve sahih sünneti
doğru yorumlamaya gayret etmeleri hem kendilerinin hem de yanlış bilgilerle
oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır.
Şurası açıktır ki, ödülü hak edene takdim eden “o
ödülü takdir eden” değildir. Yani
“takdir Yüce Allah’tan, takdim ise salih kullardan herhangi birisinin aracılığıyladır.”
Yoksa herhangi bir peygamberin ya da
şehidin ya da hafızın yargılama esnasında araya girerek bir kimseyi kayırması
ve istediği birilerini torpil yaparak cehennemden kurtarabilmesi asla söz
konusu değildir. Böyle yanlış şefaat anlayışına sahip kişiler ciddi
şekilde yanılmakta ve şefaati de yanlış anlatmaktadır. Dolayısıyla şefaati müslümanlara
yanlış anlatanların öncelikle onu doğru anlamaları, sonra da muhataplarına
doğru ve güvenilir dinî bilgiler vermeleri yerinde
ve uygun olacaktır.
Ödülü takdim edenin “ödülü belirleme konusunda
herhangi bir tasarrufu söz konusu” değildir ve olamaz. Çünkü böyle bir durum
Kur’an’ın ortaya koyduğu genel ilkelere aykırıdır. Zira hiç kimsenin aracılık,
kayırma, iltimas ve birilerini azaptan kurtarma gibi bir hakkı ve yetkisi
yoktur. Soy, sop, akrabalık ve dostluğun vs. geçerli olmayacağı o dehşetli ve
korkunç günü doğru anlamaktan aciz olanların kendilerini aldatmaları hüsnü
kuruntudan veya züğürt tesellisinden başkası değildir.[28]
Ödülü takdim eden kimsenin bizzat kendisi de
ödülü takdir eden Yüce Allah tarafından “ödülün takdimine mazhar kılınmakla”
onurlandırılmış olmaktadır. Bunu ancak derin düşünenler kavrayabilir. Bir başka
ifadeyle Yüce Allah tarafından takdir edilen bir ödülü, onu hak eden ümmetinden
herhangi birine bir tören esnasında takdim etmesi aynı zamanda o peygamber için
de ayrıcalık, şeref ve itibardır. Ödülü hak eden kişi de sevdiği ve yolunu
takip ettiği peygamberinin elinden o ödülü almakla ayrıca onurlandırılmış
olmaktadır. Bu onurlandırmayı Allah Teâlâ dileseydi sadece melekleri
aracılığıyla da yapabilirdi. Ama o böyle yapmamış, bağışlanmayı dünyadaki çabalarıyla hak eden kimseye, onun da
sevdiği peygamber veya salih bir kul aracılığıyla vermiş, onu şereflendirmiş,
ona değer verdiğini ve affettiğini göstermiştir. Yani; Yüce Allah birine ödül takdir ederek, diğerine de o ödülü bizzat takdim
ettirerek her ikisini birden ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır. Yoksa bir
peygamber, aziz, veli, Hz. İsa veya bir başkası dünyadayken tövbe etmeden ölmüş
birisiyle Allah Teâlâ arasına girerek o zavallıyı cehennemden kurtaracak
değillerdir. Böyle bir şefaat anlayışı Cahiliye zihniyetinin tortularıdır,
kalıntılarıdır ve ham hayallerdir. Zira âyette de ifade edildiği üzere Allah
Teâlâ peygamberlerin geçmişlerini de geleceklerini de (yaptıklarını da
yapacaklarını da) bilir. Öyle ki o peygamberler O’nun hoşnut ve razı olmadığı
hiç kimseye şefaat edemez ve O’nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla
titrerler.[29]
Şu âyet şefaat konusunu daha da açıklığa
kavuşturmaktadır. “O’nun nezdinde
kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez.
Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince
(ödüllendirilenler) soracaklar: “Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?”
berikiler: “Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da büyük olan da sadece O’dur”
diyeceklerdir.”[30]
Görüldüğü üzere zayıf hadislere bakılarak oluşturulmuş yanlış bir şefaat
anlayışıyla hareket etmek insanlığın hiçbir zaman yararına olamayacaktır. Çünkü şefaat Yüce Allah’a ait bir yetkinin
herhangi bir peygambere ya da salih kula devri değildir. Tam tersine Allah Teâlâ’nın takdir ettiği ödülün sahibine
tevdiî konusudur. Hâlâ bunu anlamak istemeyenler kesinlikle yanlış
yoldadır. Yaşanan karmaşa ve kargaşanın sorumlusu bunlardır ve bu konuyu
anlaşılmaz kılan kendileridir.
Tekrar ifade edelim ki, ödülü takdir eden Yüce Allah’tır;
ödülü takdim izni verdiği kimsenin bu ödülün sahibini belirlemede herhangi bir
dahli, kayırması, torpili veya aracılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla
ödülün asıl sahibi onu sunan şahıs değildir. Bu nedenle günahkâr ama tövbe
ederek ölmüş birisinin bağışlandığının bir nişanesi olan ödülü sadece Yüce
Allah’tan beklemesi ve umması gerekir. Ödülün gerçek sahibi olmayan birinden
böyle bir istekte bulunmak sakattır/yanlıştır ve Kur’an bunu şiddetle
reddetmektedir.
Kısaca ödülün kime
verileceğini belirleme hakkı sadece ve sadece Yüce Allah’a aittir. O da bunun
kıstaslarının neler olduğunu Kur’an’da zaten ortaya koymuştur. Burada da herhangi bir keyfilik söz konusu değildir.
Aksine konulmuş ilkeler vardır. (Elbette aynı şeyleri tekrar tekrar yazdığımın ben
de farkındayım. Ama ne yapayım ki hâlâ bu kadar ayrıntılı açıklamama rağmen hâlâ
aklını kullanmayan, yanlış anlamakta ısrar eden, gerçekleri çarpıtan ve “şefaat
yoktur” dediğimizi iddia eden bol miktarda “yarım hoca/çakma ilahiyatçı/din
tüccarı/hoca müsveddesi” bulunmaktadır. O yüzden derin kavrayış sahibi
okuyuculardan özür dilemeyi bir borç bilirim.)
Şu ayetler de yanlış şefaat anlayışını şiddetle
reddetmektedir: “De ki: “Allah dışında, (kendilerinde tanrısal güç) vehmettiklerinizi
çağırın. Ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar gücü yoktur; üstelik onlar
bu ikisinin (yönetiminde) bir ortaklığı
da sahip değiller; dahası O, onlar arasından kendisine bir yardımcı da
atamamıştır.”[31]
Görüldüğü üzere mezkûr âyet, Allah
dostlarının, azizlerin, şeyhlerin veya din önderlerinin Allah Teâlâ nezdinde
aracılık yapacağına ve bir ayrıcalık elde edeceklerine dair tüm tasavvurları açıkça
ve tamamen reddetmektedir/kökten yıkmaktadır. Böyle yanlış bir şefaat
algısının oluşumuna, bu kadar açık âyete rağmen hâlâ sebep olmaya devam edenler
oturup bir kez daha düşünmeli ve hatadan vazgeçmelidir.
Müşriklerin araya
aracılar koyarak Yüce Allah’tan yardım istemelerini açıkça reddeden Kur’ân-ı
Kerîm, böyle bir algıya saplanıp kalanları uyarmış ve bu putların kendilerine
şefaat edeceklerine dair yanlış inançlarının hiçbir temele dayanmadığını ifade
etmiştir. Unutulmamalıdır ki Kur’an’ın asıl amacı “şefaatin var olduğunu ispat
etmek” değil, “yanlış şefaat algı ve anlayışlarının ne kadar sakat ve problemli
olduğunu” ortaya koymaktır.
Özetle ifade etmek gerekirse, şefaati hak etmek için günahkâr kulun Yüce Allah’ın
varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir imana sahip olması ve daha dünyadayken de günahlarına tövbe
etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini göstermesi şarttır.[32] Bu
şartın gereğini yapmayanların ahirette şefaat edecek birilerini aramaları
acizlik, zavallılık, tembellik ve aşırı kolaycılıktır ki yukarıdaki âyetlere
göre onların hiçbir şansları da yoktur. Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Yüce Allah ile bir
bağlantı içine girmeyenlerin ahirette şefaatten pay alabilmeleri söz konusu
değildir.
Sonuç olarak, dünyada iken hiçbir
gayret göstermeyen, tövbe etmeyen, tövbesinde samimi olduğunu ispat etmeden ölen
birilerinin ahirette şefaati hak etmelerinin mümkün olamayacağını artık
bilmeleri/idrak etmeleri gerekir. Bunu açıkça söylemeyerek insanları
aldatmak, onlara mahşer günü şefaat edecekleri vaadiyle aldatmak, çürük ve
temelsiz bilgileri, basit, seviyesiz ve tutarsız görüşleri “güvenilir dinî
bilgilermiş gibi sunmak” vebaldir. Dolayısıyla şefaati yukarıda açıkladığımız
şekliyle değil de, zayıf ya da uydurma
rivayetlere bakarak/dayanarak anlatanlar, böylece Câhiliye dönemi kalıntılarının
müslümanlar arasında devamına imkân sağlayanlar resmen mesuldür. Onların bu
problemli algılardan kurtularak Kur’ân-ı Kerîm ve mütevatir sünneti doğru
yorumlamaya gayret etmeleri, hem kendileri hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları
o kimselerin yararına/hayrına olacaktır. (09.10.2015)
[1] en-Nisâ 4/17-18; et-Tevbe
9/12; el-Furkân 25/70-71; el-Ahzâb 33/73; et-Tahrîm 66/8.
[2] ez-Zümer 39/44.
[3] el-Bakara 2/276. Ayrıca
bk. Âl-i İmrân 3/135.
[4] Hûd 11/114.
[5] el-Furkan 25/70; el-Ankebût
29/7.
[6] ez-Zilzâl 99/7-8.
[7] el-Enbiyâ 21/47.
[8] Buhârî, 55/Vasayâ, 11
(III, 190-191); Müslim, 1/İman, 89 (I, 192).
[9] el-İnfitâr 82/19.
[10] Buhârî, 62/Ashâbu’n-Nebî,
18 (IV, 213-214).
[11] Ayrıntılar için bk. Hasan
Elik, “Kur’ân’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaate Bakış”, Din Eğitimi
Araştırmalar Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 44).
[12] eş-Şuarâ 26/214.
[13] Müslim, 1/İman, 89 (I,
192-193); Tirmizî, 34/Zühd, 7 (IV, 554).
[14] el-Fussilet 41/46; Rûm
30/44.
[15] el-A’râf 7/6.
[16] el-Bakara 2/143; en-Nahl
16/84, 89; el-Ahzâb 33/45; el-Fetih 48/8; el-Müzzemmil 73/15.
[17] el-Bakara 2/255; Yûnus
10/3; ez-Zümer 39/44. Ayrıca bk. es-Sebe 34/23; en-Necm 53/26.
[18] et-Tâha 20/109; ez-Zuhruf
43/86.
[19] Bk. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı Meal-Tefsir, Çev.:
Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşâret Yay., İstanbul 2000, s. 391, Yûnus 10/3, 7
no’lu dipnot.
[20] Meryem 19/87. Ayrıca bk.
el-Enbiyâ 21/28.
[21] Bk. Hasan Elik,
“Kur’an’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaat’e Bakış”, Din Eğitimi
Araştırmaları Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 45.
[22] Örneğin “Envâru'l-Âşikîn”de bu
tür problemli şefaat anlayışları söz konusudur. Ayrıntılar için şu çalışmaya
bakılabilir: Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de
Geçen Bazı Fiten Hadislerinin Bireysel ve Toplumsal Hayata Etkileri Üzerine”, Kafkas
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kars, 2013 Sonbahar, Sayı:
12, s. 127-162.
[23] el-En’âm 6/94.
[24] Konuyla ilgili şu
ayetlere bk. et-Tâhâ 20/109; ez-Zuhruf 43/86.
[25] Yûnus 10/3.
[26] Bk. Özsoy, Ömer/Güler, İlhami, Konularına
Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr Yayınları, Ankara 2005, s.
290
[27] Meryem 19/87; Ayrıca bk.
el-Enbiyâ 21/28.
[28] Şüphesi
olanların şu ayete bakması gerekir: el-Bakara 2/254. Kaldı ki ulu’l-azm peygamberlerden Hz. İbrahim’in babasını ve Hz. Nûh’un
da oğlunu cehennemden kurtaramayacağı haber verilmektedir. (et-Tevbe
9/113-114; Meryem 19/46-47; Hûd 11/42-47.
[29] Bu
konuda şüphesi olanların şu ayete bakması gerekir: el-Enbiyâ 21/28.
[30] es-Sebe 34/23.
[31] es-Sebe 34/22.
[32] et-Tâhâ 20/109; ez-Zuhruf
43/86.
Yorumlar
Yorum Gönder