Kabirde Azap Var mıdır? Varsa Nasıldır? (344)
İnsanların en çok merak ettiği ve sorduğu soruların başında “kabir
azabının olup olmadığı, varsa nasıl olduğu” sorusu gelmektedir. Okumayı,
öğrenmeyi, soru sormayı, kendini yenilemeyi ve geliştirmeyi bir kenara bırakan
kimi hocalar bu sorulara muknî cevaplar verememekte, aklını kullananların sordukları
sorular karşısında bocalamakta, kızmakta, küplere binmekte, hızlarını
alamayarak bu soruları soranlara hakaretler yağdırmakta ama dönüp kendilerine
hiç mi hiç bakmamaktadır.
Maalesef bu din tüccarları/çakma ilahiyatçılar/hoca müsveddeleri Kur’ân
ve sahih sünnetin ilkelerini rehber edinmeden, İsrâiliyat, Mesîhiyat, Mecusiyat,
mevzû hadis, mitoloji ve masalları referans almakta, insanları yalan yanlış
bilgilerle uyutmakta ve çırpındıkça daha da batmaktadır. Bu tipler
muhataplarının ısrarlı soruları karşısında sıkışınca; “Biz de zaten kabir
azabının bedene değil ruha olduğu söylüyoruz” diyerek kıvırtmakta, ancak
sonrasında yine bildiklerini okumaya, uydurma rivayetlere sarılmaya, “kabir azabının hem bedene hem de ruha”
olduğu yalanını söylemeye ve insanları saçma sapan bilgilerle oyalamaya/yanıltmaya/kandırmaya/uyutmaya/avutmaya
devam etmektedir.
Oysa hakikat tektir ve onun da ortaya konulması elzemdir. Açık ve net
konuşmayan, insanların sorduğu sorulara doğru ve ikna edici cevaplar vermeyen,
tebliği en güzel surette yapmayan[1] bu
zavallılar ne kadar büyük bir vebalin altına girdiklerini bir türlü fark
edememekte, üstelik kendilerini uyaranları da “zındıklıkla”, “kâfirlikle”, “sapıklıkla”,
“sünnet düşmanı” veya “hadis inkârcısı” olmakla suçlamaktadır. Oysa akıllarını
rafa kaldırmış bu tipler kızmayı ve hakaret etmeyi bir kenara bırakmalı, zamanlarını
bu sorulara cevap vermeye ayırmalı, doğru cevapları bulmak için uykusuz
kalmalı, kafa zonklatmalı ve beyin fırtınası yapmalıdır. Çünkü kendisine ve
bilgisine güvenen bir âlim hakaretin değil sağlam bilginin peşinde koşar; insanlara
anlayacakları dille hitap eder; kızmadan
ve bağırmadan düşüncesini “sağlam delillerle” ortaya koyar ve nihai kararı da okuyucularına/muhataplarına
bırakır.
Nitekim muhatapları onlara şu tür sorular sormakta ve bunlara ikna edici
ve inandırıcı cevaplar beklemektedir:
“Eğer kabirde bedene bir azap söz konusu ise Batılı ülkelerdeki bazı
müzelerde cam fanuslar içinde mumyalanmış halde yatan eski liderlere/diktatörlere
neden hiçbir şey olmuyor? Bu adamları camdan yapılmış kabirleri hiç sıkmıyor,
kemiklerini çatırdatmıyor? Neden bu kimselerin bedenlerine yapılmış veya
yapılmakta olan bir azabın izleri hiç görülmüyor? Hani kabir azabı hem bedene
hem de ruha olacaktı? Kabir yerin altında değil de cam fanustan olunca ve ceset
müzede sergilenince insanları ikna etmek zor mu oluyor? Bu soruya anlaşılır bir
şekilde cevap verir misiniz?”
“Orta Asya’nın bazı ülkelerinde
insanlar yakılıp kül ediliyor, bazı Batılı ülkelerde de bir kısım kimseler son
derece gelişmiş fırınlarda hem de yüksek bir ücret karşılığında yakılıp kül
ediliyor ve küçük bir kavanozda külleri yakınlarına veriliyor. Onlar da bu
kavanozu evlerindeki vitrinlere koyuyor ve yakınlarının hatırasını böylece
yaşatıyor. Pekâlâ, bu kül olan ya da külleri nehirlere savrulan insanlara kabir
azabı var mıdır? Varsa nasıldır? Kül olmuş adama/kadına kabir azabı nasıl olmaktadır?
Bunlar kül olup gittiler, bu hakikat apaçık ortada iken azabı tadan nedir? Beden
ortada olmadığına göre azap kime yapılmaktadır? Cevap verir misiniz?”
“Bazen yolcu uçakları denize çakılıyor, yüzlerce insanın cesedi köpek
balıkları veya diğer küçük balıklar tarafından yeniliyor; ortada beden falan
kalmıyor. Pekâlâ, bu insanlara kabir azabı var mıdır? Bunlara sorgu sual var
mıdır? Varsa nasıl vardır? ‘Ölen kişinin ruhu yeniden kabre gelip, cesede girer
ve kendisine sorulan sorulara cevap verir’ deniliyor? Pekâlâ, bedenini
balıkların yediği kesin olan ve cesedi bulunamayan bu adamın ruhu eğer tekrar dünyaya
geliyorsa, geldiğinde o ruh nereye giriyor? Adam balığın karnında erimiş yok
olmuş, ortada beden falan kalmamış. Öyleyse ruhun geri geldiğine dair sağlam
delilleriniz nelerdir? İslam dini bu konuda ne diyor? Açıklar mısınız lütfen?”
“Bir şehre atom bombası atılıyor binlerce kişi aşırı sıcaktan veya
şiddetli basınçtan dolayı yok oluyor; ortada beden falan kalmıyor. Pekâlâ, bu
insanlara kabir azabı var mıdır? Bunlara sorgu sual var mıdır? Varsa nasıldır?
Ayrıca kabirde sorulacağı iddia edilen bu dört soru (Rabbin kim? Peygamberin
kim? Dinin ne? Kitabın ne?) nereden çıktı? Böyle soruları ölmüş birine sormaya
gerek var mıdır? Ölmüş kişi bahse konu soruları bilse ne olur bilmese ne olur?
Zaten melekler o adamın yaptıklarını en güzel şekilde kaydetmediler mi? O adamın
yapıp ettikleri zaten belli değil mi?”[2] “Yoksa siz kaydın
yapıldığını haber veren âyetlere rağmen bundan şüphe mi ediyorsunuz?”, “Öyleyse
kabirde böyle soruların sorulacağı iddiası Kur’ân’a göre temelsiz değil midir?
Kaldı ki ahiret günü insanlara “dünyadayken neleri yaptıkları” değil, “niçin
öyle yaptıkları, neden gerçeğin peşinde koşmadıkları, neden akıllarını
kullanmadıkları, niçin peygamberlere ittiba etmedikleri, neden Allah’ın
âyetlerini alay konusu ettikleri, neden Allah’tan başka varlıklara taptıkları,
neden O’na şirk koştukları” sorulmayacak mıdır? Nitekim onlar
yaptıklarını inkâra yeltendiklerinde tutulan bu kayıtlar ortaya konulmayacak
mıdır? Şahitler şahitliği eksiksiz yapmayacak mıdır? Elleri, ayakları, gözleri,
kulakları, derileri/tenleri aleyhlerine şahitlik etmeyecek midir?[3]
“Bazen bir uzay mekiği içindeki astronotlarla uzaya çıkarken yakıt
tankı atmosferdeki aşırı sürtünme sonucu infilak ediyor ve bütün astronotlar
ölüyor, bedenleri yanıp kül oluyor? Pekâlâ, bu şekilde ölen insanlara kabir
azabı var mıdır? Bedenleri tamamen yok olan bu insanlara sorgu sual var mıdır?
Varsa, nasıl vardır? Çünkü ortada beden falan yok sadece sembolik tabutlar ve
cenaze töreni var.”
“Bir yanardağ faaliyete geçiyor, şiddetli bir patlama oluyor, dağın
etrafındakiler daha kaçmaya fırsat bulamadan toz ve kül bulutları arasında
kalıyor ve bazıları sıcaklığı binlerce dereceyi bulan lavların altında eriyip
yok oluyor. Pekâlâ, bu şekilde ölen ve eriyen insanlara kabir azabı var mıdır?
Bunlara sorgu sual var mıdır? Varsa nasıl vardır? Ölen kişinin ruhu iddiaya
göre eğer yeniden dünyaya dönüyorsa girecek bir beden bulabiliyor mu? Sahi ölen
kişinin ruhunun tekrar dünyaya döndüğüne ve cesede girdiğine dair delilleriniz
nelerdir? Bu iddianızı hangi “âyetlere ve sahih hadise” dayandırıyorsunuz?
Yoksa bu konudaki delilleriniz zayıf ve uydurma rivâyetler midir? Pekâlâ,
kaynağı meçhul rivâyetleri “hadis” diye naklederken Hz. Peygamber’e iftira attığınızın, onun söylemediği bir sözü ona isnad
ettiğinizin ve insanları yanılttığınızın farkında mısınız? Hz.
Peygamber’in kendisine yalan isnad edenlerle ilgili “Cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar!”[4] uyarısını ne
yapacaksınız? Yoksa siz de bu kategoriye girdiğiniz/girebileceğiniz ihtimalini
devre dışı mı bırakıyorsunuz? Siz
neyinize güveniyorsunuz? Neden Hz. Muhammed’in otoritesini istismar
ediyorsunuz? Neden İslâm’ı yanlış tanıtıyorsunuz? Neden insanları
kandırıyorsunuz?”
“Asırlar önce ölmüş adamların/kadınların mezarlarındaki kemikleri
çürüyor, un ufak oluyor. Eğer iddia edildiği üzere ölen kimselerin bedenlerine
de kabir azabı olacak idiyse bu insanların acıyı defalarca tatmaları için bu
bedenlerin tekrar tekrar yaratılmaları gerekmez miydi? Acaba kemikleri çürüyen bu insanlar “kabirde bedenin göreceği azaptan”
bir müddet sonra bu şekilde kurtulmuş mu oluyorlar? Kemikler çürüyünce azaptan
muaf mı oluyorlar? Zira Kur’ân, cehennemi hak edenlerin oraya
girdiklerinde “azabı” tekrar
tekrar tatmaları için derilerinin yenileceğini haber vermektedir.[5] Dolayısıyla eğer ortada “bir azap” varsa ve
kabirde de “azabın” olacağı iddia ediliyorsa bu yenilenmenin kabirde de aynen
devam etmesi gerekmez mi? Zira akl-ı selim, insanoğluna bunu söylemez mi? Bu
bakımdan “kabir azabının” cesede sürekli olduğunu iddia edenler çürümüş
ve toprak olmuş kemikler konusuna da bir açıklık getirmek zorunda değiller mi? Bu kimseler eğer kabir azabının “bedene” de
sürekli olduğunu iddia ediyorlarsa bu kemiklerin hiç çürümemesi veya çürümüş
kemiklerin yeniden yaratılması gerekmez mi? Yoksa kemikler çürüyünce kabirde
bedene yapılmakta olan “azap” ortadan mı kalkıyor? Bu çelişkiyi nasıl izah
edeceksiniz?” (Bu arada şunu hemen belirtelim ki, ikinci sûr
üfürülünce çürümüş bütün kemiklerin yeniden diriltileceği apaçık bir
hakikattir. Konuyla ilgili şu âyetlere bakılabilir: Yasin 36/78-79; Kıyâme
75/3-4; Naziât 79/11-14. Çürümüş kemiklerin yeniden yaratılması hususu elbette
şu an konumuzun dışındadır; ancak bazı sefihler; “Adam çürümüş kemiklerin
yeniden diriltileceğini inkâr ediyor” demesin diye bu açıklamayı yapmak
zorunda kaldık. Çünkü “öküzün altında
buzağı arayan öküzler” her dönemde olmuştur; görünen o ki çağımızda da müslümanlar
arasında bunların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.)
Kanaatimizce İslam âlimi olduğunu iddia eden, din adına ahkâm kesen akademisyen,
şeyh, molla, hoca efendi, mürşit, müftü, vaiz, imam, mevlithan, Kur’ân Kursu
öğreticisi, din dersi öğretmeni, dede, baba, ahunt veya topluma dinî sunum
yapanların tamamı aldıkları maaşı/ücreti helal ettirebilmek için yukarıdaki
sorulara ve daha nicelerine “açık, net ve anlaşılır cevaplar” vermek
zorundadır. Bu soruları
cevaplayamadıkları ve genç nesilleri birer birer deizme, ateizme, satanizme
veya değişik “izm”lere kaptırdıkları halde nasıl bunlar başlarını yastığa rahat
koyabilmektedir? Bu vicdansızlar sorumlu olacaklarını hiç bilmezler mi? Bu hoca
müsveddeleri neden hâlâ akıllarını kullanmak istemez ve hatada ısrar ederler?
Nitekim “Hak din” İslam
dışındaki diğer tüm batıl dinlerin
rahipleri/papazları vs.” (Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm, Brahmanizm,
Şintoizm ve dünyadaki geri kalan dinlerin tamamının temsilcileri) gençlerin bu
ve benzeri konulardaki sorularına ikna edici cevaplar veremedikleri için
gençler ateist, deist, nihilist, agnostik vs. olmuşlardır. Kanaatimizce aynı tehlike müslüman gençler
için de geçerlidir. Şimdiden bunun önlemini almayan, doğru ve güvenilir dinî bilgiler
üretmeyen ve bunları topluma açık ve net bir şekilde anlatmayan tüm din
anlatıcıları/din adamları/din gönüllüleri/yöneticiler vs. bundan dolayı sorumludur.
Şimdi konuyla ilgili kendi düşüncelerimizi ifade ederek yukarıdaki
soruların bir kısmına cevaplar vermeye çalışalım.
Yüce Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanan sonra da dürüst ve
erdemli davranışlar ortaya koyan muttaki bir kimsenin ömrü tamamlandığında
görevli ölüm meleği,[6] başka
meleklerle birlikte gelir; bu mü’min kulu korkmaması ve endişe etmemesi yönünde
uyarır ve sakinleştirir.[7] (Bu
arada şunu ifade edelim ki, görevli melekler Allah’ın emri üzere geldikleri
zaman her şey tamam olmuştur[8] ve
artık ölümden hiçbir şekilde kaçış/kurtuluş mümkün değildir.[9] Bu
bakımdan öldüğünü ama tekrar dirildiğini söyleyen ve “Öbür tarafa gittim
geldim; bir ışık gördüm” diyenlerin tamamı ya cahildir ya da şarlatandır;
onların bu söylemleri Kur’ân’a göre içi boş retoriklerdir ve ciddiye alınır
hiçbir tarafı da yoktur.)
Bu görevli melekler güzel kokular içinde, mütebessim yüzleriyle ve iyi
görünümleriyle müttakî mü’mini rahatlatır;[10] “Selam
sana! Ey cenneti hak eden kişi!”[11] der ve onun
ruhunu bedeninden “tereyağından kıl çeker gibi” hiç incitmeden/acıtmadan/üzmeden
alıp gayb âlemine, “iyi ruhların bulunduğu yere” götürürler. Gayb ve şehadet
âlemi arasında “berzah” denilen bir perde/engel/duvar olduğu için[12]
artık “hiçbir beşerî ruhun” tekrar
dünyaya yani; şehadet âlemine “kıyametin
kopacağı ve ikinci surun üfürüleceği ana kadar geri dönmesi” asla
ve kat’a mümkün değildir. Görüldüğü üzere bu âyet-i kerime
reenkarnasyonun/tenasühün mümkün olmadığının apaçık bir delilidir. Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın
kontrolündedir[13]
ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Dolayısıyla ölmüş
kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği, evliyanın ve asfiyanın
ruhaniyetinden istifade edildiği, onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı
şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya
gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş sözlerdir ve bütün
bunlar ciddi delillerden yoksundur. Zira bu anlatılanlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının uydurma rivayetler aracılığıyla
İslam’a sokuşturulmaya çalışılmasından başka bir şey değildir.
Cenneti hak eden bu muttaki mü’min, Yüce Allah’tan geldiğini ve O’na
döneceğini[14] çok iyi bildiği için
ruhlar âleminde “tıpkı rüya görüyor gibi” kendisi için açılan manevî pencereden/ekrandan
cennetin güzelliklerini seyretmeye başlar. Bu iyi kul çalışarak diplomayı hak etmiş ama henüz almamış bir öğrenci
gibi manevî güzellikleri yaşamaya, hoş rüya görüyormuşcasına mutlu olmaya ve
cennete girdiğinde tadacağı güzellikleri seyretmeye devam eder.
Öte yandan Yüce Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, O’na şirk koşan, her
türlü zulmü yapan, kalbini taşlaştıran, anlama, kavrama, sezme, yorumlama,
analiz etme kabiliyetlerini körelterek bunları yok eden ve sonunda da şeytanın
yoldaşı olan kâfir/müşrik/münafık/mücrim/fasık/facir vs. bir kimsenin ömrü
tamamlandığında görevli ölüm meleği diğer bir kısım görevli meleklerle birlikte
gelir ve manevî planda onun yüzüne ve sırtına vura vura, korkunç işkencelerle canını
alır.[15] Bu
melekler hakikat inkârcısı nankör adamın/kadının ruhunu alıp gayb âlemine, “kötü
ruhların yanına” götürür. Bu kâfir, yaptığı suçun cezasını çok iyi bilen ama
suçunun karşılığını -henüz mahkeme süreci tamamlanmadığı için- almayan kimsenin
korktuğu gibi çok korkar. Çünkü hakkındaki hüküm henüz kesinleşmemiş olsa da bu
kâfir dünyadayken malına, mülküne ve makamına güvenmiş, dinî ve ahlâkî
değerlere sırt çevirmiş, ahiret gününü yalanlamış, peygamberlerin davetine hiç
kulak vermemiş, bu nedenle de kaynar suları içmeyi ve ebedi cehenneme girmeyi/yaslanmayı
çoktan hak etmiştir.[16]
Dolayısıyla kâfir yapıp ettikleri bu kötülükler nedeniyle tıpkı rüyasında kâbus
gören kimse gibi sol yanından açılan manevî bir pencereden/ekrandan cehennemin
o dehşet verici manzaralarını seyretmeye başlar. Bulunduğu o yerde “zaman” söz
konusu olmadığı için dünyada geçen zamanın da artık onun nezdinde hiçbir
değeri/önemi/anlamı yoktur. Zira orası artık gayb âlemidir, orada zaman yoktur;
sonsuzluk vardır; çünkü “zaman”, madde gibi yaratılmıştır ve sadece bu dünyada
yaşayanlar için geçerlidir.[17]
Yaptığı büyük hatayı ancak o zaman fark eden bu kâfir, ruhen derin acılar
yaşamakta, büyük pişmanlık duymakta, kahrolmakta, cehennemde gideceği yer ona
gösterildiği için mahvolmaktadır. (Nitekim yahudi ve hıristiyanlar ölüm anında
Hz. İsa’nın “bir ilah” veya “yahudilerin tabiriyle bir sahtekâr” olmadığını tam
aksine “Yüce Allah’ın peygamberlerinden bir peygamber” olduğunu anlayacaklar ama
iş işten geçmiş olacaktır.)[18]
Bu bakımdan bir kâfir böyle bir sonu aklını kullanmayarak, sözün en güzeli
Yüce Allah’ın Kitab’ını anlamaya çalışmayarak, peygamberlerin öğretisini takip
etmeyerek, sahtekârların palavralarına kanarak ve şeytanların çağrıları
istikametinde bir hayat sürerek kendisi hazırlamış ve cehennemi hak etmiştir.
Zira Yüce Allah, kimseye zulmetmemekte ancak herkes kendi eliyle kendisine
zulmetmektedir.[19]
Bu itibarla dinî konularda
konuşan ve insanları İslam hakkında bilgilendirenlerin çok dikkatli olması,
zanna değil “hakikati güçlü bir şekilde
ortaya koyan âyet-i kerime ve sahih hadislere bakması/referans alması” ve
hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda konuşmaması gerekir.[20]
Çünkü yalan-yanlış şeyleri, sübjektif kanaatleri, tahmine dayalı
beyanları veya hatalı din yorumlarını “sanki onlar âyet ve sahih hadislermiş
gibi anlatmak” doğru değildir. Nitekim böyle yapanlar şu âyetin de muhatabı
olmaktadır:
“Dillerinizin uydurduğu
yalana dayanarak, “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin! Çünkü Allah’a karşı
yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa
eremezler. (Kaldı
ki, uydurulan yalanlarla elde edilen dünyalık menfaatler) az ve geçicidir;
(buna mukabil ahirette) onlara acıklı bir azap vardır.”[21]
Özetle, “kabirde azap” yoktur ancak
“kabir azabı” vardır. Bir başka ifadeyle “kabir azabı” vardır; bu azap bedene
değil “beşerî ruha”dır. Ancak “kabirde azap” yoktur; zira kabirde azabı
hissedecek “ruh” yoktur; sadece çürümeye başlayan bir beden vardır; ruh geldiği
yere geri dönmüştür. Bu bakımdan “kabirde azap” olduğu veya “kabirdeki azabın hem
bedene hem de ruha olduğu” iddiası kesinlikle doğru değildir. Bu iddianın Kur’ân
ve sahih sünnetten hiçbir dayanağı/delili/hücceti/karinesi/burhanı yoktur.
Zorlama yorumlarla böyle bir sonuca ulaşmak yanlıştır. Zira ruhlar âlemine
intikal eden bir ruhun “ikinci sur üfürülmeden” tekrar dünyaya gelebilmesi asla
ve kat’â mümkün değildir. Çünkü ruh tekrar dünyaya dönemeyeceğine göre kabirde
çürümeye başlayan bedenine de girmesi söz konusu olamayacaktır.
Sonuç olarak, ruhlar âlemine intikal eden ruh “mü’min veya kâfir olma
durumuna göre” büyük bir sevinç
ya da büyük bir hüzün yaşayacak,
kıyâmetin kopacağı ana kadar da mezkûr mutluluğu
veya acıyı hissetmeye devam edecektir.
Nitekim Allah katında “bir kâfir” ile “bir mü’min” hiçbir zaman eşit değildir.[22] Bu
itibarla kâfirin hüzün duyması/kâbus görmesi/korkması her ne kadar “azap”
şeklinde tanımlansa/açıklansa/ifade edilse de bu hüzünlenme/korku/kâbus “esas azap”
değildir; çünkü “esas azap”, Mahkeme-i
Kübrâ’da hesap görüldükten sonra hem bedene hem de ruha yapılacak olan cehennemdeki
ebedi azaptır. Nitekim kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhlar
bedenlerle birleşecek,[23] mahşer
meydanında toplanma (haşr) gerçekleşecek, herkes teker teker Yüce Allah’a hesap
verecek,[24] sevapları ağır gelenler
cenneti hak ederken günahları ağır basanlar cehennemi boylayacaktır.[25] Bu
itibarla, kabre konulan bir kimse henüz hesap vermediği ve ruh da bedenden
ayrıldığı için “kabirde bir azap” olmayacak/hissedemeyecek, ama ruhlar âlemine
götürülen “ruh” kâbus görüyor gibi o hüznü/sıkıntıyı hissedecektir. Kaldı ki ölüm
anının son salisesinde (son nefesi verdiği an) herkese gideceği yer (cennet
veya cehennem) gösterilecek, ruhlar âlemine intikal eden bir kâfirin/müşrikin/münafıkın
vs. ruhu acı gerçekle yüzleşeceği (cehennemi göreceği) için “manevî acı/korku/hüzün”
duyacak, ancak muttakî/muhsin/muhlis/muslih/salih mü’minin ruhu ise cenneti göreceği
için “manevî zevk/neşe/mutluluk” hissedecektir. (28.08.2015)
[1] en-Nahl 16/125.
[2] Herkesin yaptığı iyi ve
kötü şeylerin kaydedildiğini belirten âyetler için bkz. Yâsîn 36/12; el-Câsiye
45/28-29; el-İnfitâr 82/10-12. Ayrıca bk. et-Tevbe 9/121; el-İsrâ 17/14; ez-Zilzâl
99/7-8.
[3] İnsanın kendi organlarının
kendi aleyhine şahitlik edeceğiyle ilgili âyetler için bk. el-Fussilet
41/20-23; Yâsîn 36/65. Ayrıca bk. en-Nûr 24/23-24.
[4] Buhârî, 3/İlim, 38 (I,
35); 60/Enbiyâ, 50 (IV, 145), 78/Edeb, 109 (VII, 118); Müslim, 53/Zühd, 16
(III, 2298-2299); Ebû Dâvud, 24/İlim, 4 (IV, 63); Tirmizî, 31/Fiten, 70 (IV,
524), 39/İlim, 8, 133 (V, 35, 36, 40), 44/Tefsîr, 1 (V, 199), 46/Menâkıb, 19
(V, 634); İbn Mâce, Mukaddime, 4 (I, 13); Dârimî, Mukaddime, 25, 46 (I, 67-68,
111); İbn Hanbel, I, 78, 130, 293; II, 47, 83, 123, 150, 159, 171, 202, 214,
410, 413, 469; III, 13, 39, 44, 46, 56, 98, 113, 116, 166-167, 176, 203, 209,
222, 278, 280, 303, 422; IV, 47, 100, 156, 201, 367; V, 245, 292, 412.
[5] en-Nisâ 4/56.
[6] es-Secde 32/11.
[7] en-Nahl 16/32; el-En’âm
6/61; Enbiyâ 21/103.
[8] Bk. el-Bakara 2/210; el-En’âm
6/158; en-Nahl 16/33-34; Meryem 19/64; el-Furkân 25/22.
[9] Bk. Âl-i İmrân 3/185; en-Nisâ
4/78; el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57; el-Cuma 62/8.
[10] el-Fussilet 41/30; el-Vâkıa
56/88-89.
[11] el-Vâkıa 56/90-91.
[12] el-Mü’minûn 23/99-100.
[13] ez-Zümer 39/42.
[14] el-Bakara 2/156; el-A’râf
7/125; eş-Şuarâ 26/50; el-Ankebût 29/57; Zuhruf 43/14.
[15] el-Enfâl 8/50; Muhammed
47/27. Ayrıca bkz. el-En’âm 6/93; en-Nisâ 4/97; el-A’râf 7/37; en-Nahl 16/28.
[16] el-Vâkıa 56/92-94.
[17] Kur’ân’ın zamanı doğru
anlamakla ilgili uyarısı için şu âyetlere bakılabilir. el-Hac 22/47; es-Secde
32/5; el-Meâric 70/4; en-Nâziat 79/46.
[18] Konuyla ilgili âyet için
bk. en-Nisâ 4/159. Tıpkı gayb perdesi kalkıp görevli melekleri gördüğünde
öleceğini anlayan ve ye’s anında hemen iman eden Firavun’un imanının geçerli
olmadığı gibi (Yunus 10/90-91) tüm kâfirlerin son andaki imanları asla geçerli
olmayacaktır.
[19] İnsanın aklını
kullanmayarak kendisine zulmettiğini belirten âyetler için bkz. el-En’âm 6/160;
Yûnus 10/44; Yâsîn 36/54; ez-Zuhruf 43/76; el-Fussilet 41/46. Ayrıca bk. Âl-i
İmrân 3/182; el-Enfâl 8/51; en-Nahl 16/111; Kehf 18/49; el-Hac 22/10; el-Mü’minûn
23/62.
[20] el-İsrâ 17/36; Ayrıca bk.
Âl-i İmrân 3/66; el-Hucurât 49/12.
[21] en-Nahl 16/116-117. Ayrıca bkz. Yûnus 10/17, 59-60; et-Tâhâ 20/61.
[22] es-Secde 32/18.
[23] et-Tekvir 81/7.
[24] el-En’âm 6/94.
[25] el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf
7/8-9; ez-Zilzâl 99/7-8.
Yorumlar
Yorum Gönder