Kabirde Azap Var mıdır? Varsa Nasıldır? (344)

 

İnsanların en çok merak ettiği ve sorduğu soruların başında “kabir azabının olup olmadığı, varsa nasıl olduğu” sorusu gelmektedir. Okumayı, öğrenmeyi, soru sormayı, kendini yenilemeyi ve geliştirmeyi bir kenara bırakan kimi hocalar bu sorulara muknî cevaplar verememekte, aklını kullananların sordukları sorular karşısında bocalamakta, kızmakta, küplere binmekte, hızlarını alamayarak bu soruları soranlara hakaretler yağdırmakta ama dönüp kendilerine hiç mi hiç bakmamaktadır.

Maalesef bu din tüccarları/çakma ilahiyatçılar/hoca müsveddeleri Kur’ân ve sahih sünnetin ilkelerini rehber edinmeden, İsrâiliyat, Mesîhiyat, Mecusiyat, mevzû hadis, mitoloji ve masalları referans almakta, insanları yalan yanlış bilgilerle uyutmakta ve çırpındıkça daha da batmaktadır. Bu tipler muhataplarının ısrarlı soruları karşısında sıkışınca; “Biz de zaten kabir azabının bedene değil ruha olduğu söylüyoruz” diyerek kıvırtmakta, ancak sonrasında yine bildiklerini okumaya, uydurma rivayetlere sarılmaya, “kabir azabının hem bedene hem de ruha” olduğu yalanını söylemeye ve insanları saçma sapan bilgilerle oyalamaya/yanıltmaya/kandırmaya/uyutmaya/avutmaya devam etmektedir.

Oysa hakikat tektir ve onun da ortaya konulması elzemdir. Açık ve net konuşmayan, insanların sorduğu sorulara doğru ve ikna edici cevaplar vermeyen, tebliği en güzel surette yapmayan[1] bu zavallılar ne kadar büyük bir vebalin altına girdiklerini bir türlü fark edememekte, üstelik kendilerini uyaranları da “zındıklıkla”, “kâfirlikle”, “sapıklıkla”, “sünnet düşmanı” veya “hadis inkârcısı” olmakla suçlamaktadır. Oysa akıllarını rafa kaldırmış bu tipler kızmayı ve hakaret etmeyi bir kenara bırakmalı, zamanlarını bu sorulara cevap vermeye ayırmalı, doğru cevapları bulmak için uykusuz kalmalı, kafa zonklatmalı ve beyin fırtınası yapmalıdır. Çünkü kendisine ve bilgisine güvenen bir âlim hakaretin değil sağlam bilginin peşinde koşar; insanlara anlayacakları dille hitap eder; kızmadan ve bağırmadan düşüncesini “sağlam delillerle” ortaya koyar ve nihai kararı da okuyucularına/muhataplarına bırakır.

Nitekim muhatapları onlara şu tür sorular sormakta ve bunlara ikna edici ve inandırıcı cevaplar beklemektedir:

“Eğer kabirde bedene bir azap söz konusu ise Batılı ülkelerdeki bazı müzelerde cam fanuslar içinde mumyalanmış halde yatan eski liderlere/diktatörlere neden hiçbir şey olmuyor? Bu adamları camdan yapılmış kabirleri hiç sıkmıyor, kemiklerini çatırdatmıyor? Neden bu kimselerin bedenlerine yapılmış veya yapılmakta olan bir azabın izleri hiç görülmüyor? Hani kabir azabı hem bedene hem de ruha olacaktı? Kabir yerin altında değil de cam fanustan olunca ve ceset müzede sergilenince insanları ikna etmek zor mu oluyor? Bu soruya anlaşılır bir şekilde cevap verir misiniz?”

 “Orta Asya’nın bazı ülkelerinde insanlar yakılıp kül ediliyor, bazı Batılı ülkelerde de bir kısım kimseler son derece gelişmiş fırınlarda hem de yüksek bir ücret karşılığında yakılıp kül ediliyor ve küçük bir kavanozda külleri yakınlarına veriliyor. Onlar da bu kavanozu evlerindeki vitrinlere koyuyor ve yakınlarının hatırasını böylece yaşatıyor. Pekâlâ, bu kül olan ya da külleri nehirlere savrulan insanlara kabir azabı var mıdır? Varsa nasıldır? Kül olmuş adama/kadına kabir azabı nasıl olmaktadır? Bunlar kül olup gittiler, bu hakikat apaçık ortada iken azabı tadan nedir? Beden ortada olmadığına göre azap kime yapılmaktadır? Cevap verir misiniz?”

“Bazen yolcu uçakları denize çakılıyor, yüzlerce insanın cesedi köpek balıkları veya diğer küçük balıklar tarafından yeniliyor; ortada beden falan kalmıyor. Pekâlâ, bu insanlara kabir azabı var mıdır? Bunlara sorgu sual var mıdır? Varsa nasıl vardır? ‘Ölen kişinin ruhu yeniden kabre gelip, cesede girer ve kendisine sorulan sorulara cevap verir’ deniliyor? Pekâlâ, bedenini balıkların yediği kesin olan ve cesedi bulunamayan bu adamın ruhu eğer tekrar dünyaya geliyorsa, geldiğinde o ruh nereye giriyor? Adam balığın karnında erimiş yok olmuş, ortada beden falan kalmamış. Öyleyse ruhun geri geldiğine dair sağlam delilleriniz nelerdir? İslam dini bu konuda ne diyor? Açıklar mısınız lütfen?”

“Bir şehre atom bombası atılıyor binlerce kişi aşırı sıcaktan veya şiddetli basınçtan dolayı yok oluyor; ortada beden falan kalmıyor. Pekâlâ, bu insanlara kabir azabı var mıdır? Bunlara sorgu sual var mıdır? Varsa nasıldır? Ayrıca kabirde sorulacağı iddia edilen bu dört soru (Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne? Kitabın ne?) nereden çıktı? Böyle soruları ölmüş birine sormaya gerek var mıdır? Ölmüş kişi bahse konu soruları bilse ne olur bilmese ne olur? Zaten melekler o adamın yaptıklarını en güzel şekilde kaydetmediler mi? O adamın yapıp ettikleri zaten belli değil mi?”[2] “Yoksa siz kaydın yapıldığını haber veren âyetlere rağmen bundan şüphe mi ediyorsunuz?”, “Öyleyse kabirde böyle soruların sorulacağı iddiası Kur’ân’a göre temelsiz değil midir? Kaldı ki ahiret günü insanlara “dünyadayken neleri yaptıkları” değil, “niçin öyle yaptıkları, neden gerçeğin peşinde koşmadıkları, neden akıllarını kullanmadıkları, niçin peygamberlere ittiba etmedikleri, neden Allah’ın âyetlerini alay konusu ettikleri, neden Allah’tan başka varlıklara taptıkları, neden O’na şirk koştukları” sorulmayacak mıdır? Nitekim onlar yaptıklarını inkâra yeltendiklerinde tutulan bu kayıtlar ortaya konulmayacak mıdır? Şahitler şahitliği eksiksiz yapmayacak mıdır? Elleri, ayakları, gözleri, kulakları, derileri/tenleri aleyhlerine şahitlik etmeyecek midir?[3]

“Bazen bir uzay mekiği içindeki astronotlarla uzaya çıkarken yakıt tankı atmosferdeki aşırı sürtünme sonucu infilak ediyor ve bütün astronotlar ölüyor, bedenleri yanıp kül oluyor? Pekâlâ, bu şekilde ölen insanlara kabir azabı var mıdır? Bedenleri tamamen yok olan bu insanlara sorgu sual var mıdır? Varsa, nasıl vardır? Çünkü ortada beden falan yok sadece sembolik tabutlar ve cenaze töreni var.”

“Bir yanardağ faaliyete geçiyor, şiddetli bir patlama oluyor, dağın etrafındakiler daha kaçmaya fırsat bulamadan toz ve kül bulutları arasında kalıyor ve bazıları sıcaklığı binlerce dereceyi bulan lavların altında eriyip yok oluyor. Pekâlâ, bu şekilde ölen ve eriyen insanlara kabir azabı var mıdır? Bunlara sorgu sual var mıdır? Varsa nasıl vardır? Ölen kişinin ruhu iddiaya göre eğer yeniden dünyaya dönüyorsa girecek bir beden bulabiliyor mu? Sahi ölen kişinin ruhunun tekrar dünyaya döndüğüne ve cesede girdiğine dair delilleriniz nelerdir? Bu iddianızı hangi “âyetlere ve sahih hadise” dayandırıyorsunuz? Yoksa bu konudaki delilleriniz zayıf ve uydurma rivâyetler midir? Pekâlâ, kaynağı meçhul rivâyetleri “hadis” diye naklederken Hz. Peygamber’e iftira attığınızın, onun söylemediği bir sözü ona isnad ettiğinizin ve insanları yanılttığınızın farkında mısınız? Hz. Peygamber’in kendisine yalan isnad edenlerle ilgili “Cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar!”[4] uyarısını ne yapacaksınız? Yoksa siz de bu kategoriye girdiğiniz/girebileceğiniz ihtimalini devre dışı mı bırakıyorsunuz? Siz neyinize güveniyorsunuz? Neden Hz. Muhammed’in otoritesini istismar ediyorsunuz? Neden İslâm’ı yanlış tanıtıyorsunuz? Neden insanları kandırıyorsunuz?”

Asırlar önce ölmüş adamların/kadınların mezarlarındaki kemikleri çürüyor, un ufak oluyor. Eğer iddia edildiği üzere ölen kimselerin bedenlerine de kabir azabı olacak idiyse bu insanların acıyı defalarca tatmaları için bu bedenlerin tekrar tekrar yaratılmaları gerekmez miydi? Acaba kemikleri çürüyen bu insanlar “kabirde bedenin göreceği azaptan” bir müddet sonra bu şekilde kurtulmuş mu oluyorlar? Kemikler çürüyünce azaptan muaf mı oluyorlar? Zira Kur’ân, cehennemi hak edenlerin oraya girdiklerinde “azabı” tekrar tekrar tatmaları için derilerinin yenileceğini haber vermektedir.[5] Dolayısıyla eğer ortada “bir azap” varsa ve kabirde de “azabın” olacağı iddia ediliyorsa bu yenilenmenin kabirde de aynen devam etmesi gerekmez mi? Zira akl-ı selim, insanoğluna bunu söylemez mi? Bu bakımdan “kabir azabının” cesede sürekli olduğunu iddia edenler çürümüş ve toprak olmuş kemikler konusuna da bir açıklık getirmek zorunda değiller mi? Bu kimseler eğer kabir azabının “bedene” de sürekli olduğunu iddia ediyorlarsa bu kemiklerin hiç çürümemesi veya çürümüş kemiklerin yeniden yaratılması gerekmez mi? Yoksa kemikler çürüyünce kabirde bedene yapılmakta olan “azap” ortadan mı kalkıyor? Bu çelişkiyi nasıl izah edeceksiniz?” (Bu arada şunu hemen belirtelim ki, ikinci sûr üfürülünce çürümüş bütün kemiklerin yeniden diriltileceği apaçık bir hakikattir. Konuyla ilgili şu âyetlere bakılabilir: Yasin 36/78-79; Kıyâme 75/3-4; Naziât 79/11-14. Çürümüş kemiklerin yeniden yaratılması hususu elbette şu an konumuzun dışındadır; ancak bazı sefihler; “Adam çürümüş kemiklerin yeniden diriltileceğini inkâr ediyor” demesin diye bu açıklamayı yapmak zorunda kaldık. Çünkü “öküzün altında buzağı arayan öküzler” her dönemde olmuştur; görünen o ki çağımızda da müslümanlar arasında bunların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.)

Kanaatimizce İslam âlimi olduğunu iddia eden, din adına ahkâm kesen akademisyen, şeyh, molla, hoca efendi, mürşit, müftü, vaiz, imam, mevlithan, Kur’ân Kursu öğreticisi, din dersi öğretmeni, dede, baba, ahunt veya topluma dinî sunum yapanların tamamı aldıkları maaşı/ücreti helal ettirebilmek için yukarıdaki sorulara ve daha nicelerine “açık, net ve anlaşılır cevaplar” vermek zorundadır. Bu soruları cevaplayamadıkları ve genç nesilleri birer birer deizme, ateizme, satanizme veya değişik “izm”lere kaptırdıkları halde nasıl bunlar başlarını yastığa rahat koyabilmektedir? Bu vicdansızlar sorumlu olacaklarını hiç bilmezler mi? Bu hoca müsveddeleri neden hâlâ akıllarını kullanmak istemez ve hatada ısrar ederler?

Nitekim “Hak din” İslam dışındaki diğer tüm batıl dinlerin rahipleri/papazları vs.” (Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm, Brahmanizm, Şintoizm ve dünyadaki geri kalan dinlerin tamamının temsilcileri) gençlerin bu ve benzeri konulardaki sorularına ikna edici cevaplar veremedikleri için gençler ateist, deist, nihilist, agnostik vs. olmuşlardır. Kanaatimizce aynı tehlike müslüman gençler için de geçerlidir. Şimdiden bunun önlemini almayan, doğru ve güvenilir dinî bilgiler üretmeyen ve bunları topluma açık ve net bir şekilde anlatmayan tüm din anlatıcıları/din adamları/din gönüllüleri/yöneticiler vs. bundan dolayı sorumludur.

Şimdi konuyla ilgili kendi düşüncelerimizi ifade ederek yukarıdaki soruların bir kısmına cevaplar vermeye çalışalım.

Yüce Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanan sonra da dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan muttaki bir kimsenin ömrü tamamlandığında görevli ölüm meleği,[6] başka meleklerle birlikte gelir; bu mü’min kulu korkmaması ve endişe etmemesi yönünde uyarır ve sakinleştirir.[7] (Bu arada şunu ifade edelim ki, görevli melekler Allah’ın emri üzere geldikleri zaman her şey tamam olmuştur[8] ve artık ölümden hiçbir şekilde kaçış/kurtuluş mümkün değildir.[9] Bu bakımdan öldüğünü ama tekrar dirildiğini söyleyen ve “Öbür tarafa gittim geldim; bir ışık gördüm” diyenlerin tamamı ya cahildir ya da şarlatandır; onların bu söylemleri Kur’ân’a göre içi boş retoriklerdir ve ciddiye alınır hiçbir tarafı da yoktur.)

Bu görevli melekler güzel kokular içinde, mütebessim yüzleriyle ve iyi görünümleriyle müttakî mü’mini rahatlatır;[10] “Selam sana! Ey cenneti hak eden kişi!”[11] der ve onun ruhunu bedeninden “tereyağından kıl çeker gibi” hiç incitmeden/acıtmadan/üzmeden alıp gayb âlemine, “iyi ruhların bulunduğu yere” götürürler. Gayb ve şehadet âlemi arasında “berzah” denilen bir perde/engel/duvar olduğu için[12] artık “hiçbir beşerî ruhun” tekrar dünyaya yani; şehadet âlemine “kıyametin kopacağı ve ikinci surun üfürüleceği ana kadar geri dönmesi” asla ve kat’a mümkün değildir. Görüldüğü üzere bu âyet-i kerime reenkarnasyonun/tenasühün mümkün olmadığının apaçık bir delilidir. Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir[13] ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Dolayısıyla ölmüş kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği, onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş sözlerdir ve bütün bunlar ciddi delillerden yoksundur. Zira bu anlatılanlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının uydurma rivayetler aracılığıyla İslam’a sokuşturulmaya çalışılmasından başka bir şey değildir.

Cenneti hak eden bu muttaki mü’min, Yüce Allah’tan geldiğini ve O’na döneceğini[14] çok iyi bildiği için ruhlar âleminde “tıpkı rüya görüyor gibi” kendisi için açılan manevî pencereden/ekrandan cennetin güzelliklerini seyretmeye başlar. Bu iyi kul çalışarak diplomayı hak etmiş ama henüz almamış bir öğrenci gibi manevî güzellikleri yaşamaya, hoş rüya görüyormuşcasına mutlu olmaya ve cennete girdiğinde tadacağı güzellikleri seyretmeye devam eder.

Öte yandan Yüce Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, O’na şirk koşan, her türlü zulmü yapan, kalbini taşlaştıran, anlama, kavrama, sezme, yorumlama, analiz etme kabiliyetlerini körelterek bunları yok eden ve sonunda da şeytanın yoldaşı olan kâfir/müşrik/münafık/mücrim/fasık/facir vs. bir kimsenin ömrü tamamlandığında görevli ölüm meleği diğer bir kısım görevli meleklerle birlikte gelir ve manevî planda onun yüzüne ve sırtına vura vura, korkunç işkencelerle canını alır.[15] Bu melekler hakikat inkârcısı nankör adamın/kadının ruhunu alıp gayb âlemine, “kötü ruhların yanına” götürür. Bu kâfir, yaptığı suçun cezasını çok iyi bilen ama suçunun karşılığını -henüz mahkeme süreci tamamlanmadığı için- almayan kimsenin korktuğu gibi çok korkar. Çünkü hakkındaki hüküm henüz kesinleşmemiş olsa da bu kâfir dünyadayken malına, mülküne ve makamına güvenmiş, dinî ve ahlâkî değerlere sırt çevirmiş, ahiret gününü yalanlamış, peygamberlerin davetine hiç kulak vermemiş, bu nedenle de kaynar suları içmeyi ve ebedi cehenneme girmeyi/yaslanmayı çoktan hak etmiştir.[16] Dolayısıyla kâfir yapıp ettikleri bu kötülükler nedeniyle tıpkı rüyasında kâbus gören kimse gibi sol yanından açılan manevî bir pencereden/ekrandan cehennemin o dehşet verici manzaralarını seyretmeye başlar. Bulunduğu o yerde “zaman” söz konusu olmadığı için dünyada geçen zamanın da artık onun nezdinde hiçbir değeri/önemi/anlamı yoktur. Zira orası artık gayb âlemidir, orada zaman yoktur; sonsuzluk vardır; çünkü “zaman”, madde gibi yaratılmıştır ve sadece bu dünyada yaşayanlar için geçerlidir.[17]

Yaptığı büyük hatayı ancak o zaman fark eden bu kâfir, ruhen derin acılar yaşamakta, büyük pişmanlık duymakta, kahrolmakta, cehennemde gideceği yer ona gösterildiği için mahvolmaktadır. (Nitekim yahudi ve hıristiyanlar ölüm anında Hz. İsa’nın “bir ilah” veya “yahudilerin tabiriyle bir sahtekâr” olmadığını tam aksine “Yüce Allah’ın peygamberlerinden bir peygamber” olduğunu anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır.)[18]

Bu bakımdan bir kâfir böyle bir sonu aklını kullanmayarak, sözün en güzeli Yüce Allah’ın Kitab’ını anlamaya çalışmayarak, peygamberlerin öğretisini takip etmeyerek, sahtekârların palavralarına kanarak ve şeytanların çağrıları istikametinde bir hayat sürerek kendisi hazırlamış ve cehennemi hak etmiştir. Zira Yüce Allah, kimseye zulmetmemekte ancak herkes kendi eliyle kendisine zulmetmektedir.[19]

Bu itibarla dinî konularda konuşan ve insanları İslam hakkında bilgilendirenlerin çok dikkatli olması, zanna değil “hakikati güçlü bir şekilde ortaya koyan âyet-i kerime ve sahih hadislere bakması/referans alması” ve hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda konuşmaması gerekir.[20] Çünkü yalan-yanlış şeyleri, sübjektif kanaatleri, tahmine dayalı beyanları veya hatalı din yorumlarını “sanki onlar âyet ve sahih hadislermiş gibi anlatmak” doğru değildir. Nitekim böyle yapanlar şu âyetin de muhatabı olmaktadır:

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin! Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler. (Kaldı ki, uydurulan yalanlarla elde edilen dünyalık menfaatler) az ve geçicidir; (buna mukabil ahirette) onlara acıklı bir azap vardır.”[21]

Özetle, “kabirde azap” yoktur ancak “kabir azabı” vardır. Bir başka ifadeyle “kabir azabı” vardır; bu azap bedene değil “beşerî ruha”dır. Ancak “kabirde azap” yoktur; zira kabirde azabı hissedecek “ruh” yoktur; sadece çürümeye başlayan bir beden vardır; ruh geldiği yere geri dönmüştür. Bu bakımdan “kabirde azap” olduğu veya “kabirdeki azabın hem bedene hem de ruha olduğu” iddiası kesinlikle doğru değildir. Bu iddianın Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir dayanağı/delili/hücceti/karinesi/burhanı yoktur. Zorlama yorumlarla böyle bir sonuca ulaşmak yanlıştır. Zira ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun “ikinci sur üfürülmeden” tekrar dünyaya gelebilmesi asla ve kat’â mümkün değildir. Çünkü ruh tekrar dünyaya dönemeyeceğine göre kabirde çürümeye başlayan bedenine de girmesi söz konusu olamayacaktır.

Sonuç olarak, ruhlar âlemine intikal eden ruh “mü’min veya kâfir olma durumuna göre” büyük bir sevinç ya da büyük bir hüzün yaşayacak, kıyâmetin kopacağı ana kadar da mezkûr mutluluğu veya acıyı hissetmeye devam edecektir. Nitekim Allah katında “bir kâfir” ile “bir mü’min” hiçbir zaman eşit değildir.[22] Bu itibarla kâfirin hüzün duyması/kâbus görmesi/korkması her ne kadar “azap” şeklinde tanımlansa/açıklansa/ifade edilse de bu hüzünlenme/korku/kâbus “esas azap” değildir; çünkü “esas azap”, Mahkeme-i Kübrâ’da hesap görüldükten sonra hem bedene hem de ruha yapılacak olan cehennemdeki ebedi azaptır. Nitekim kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhlar bedenlerle birleşecek,[23] mahşer meydanında toplanma (haşr) gerçekleşecek, herkes teker teker Yüce Allah’a hesap verecek,[24] sevapları ağır gelenler cenneti hak ederken günahları ağır basanlar cehennemi boylayacaktır.[25] Bu itibarla, kabre konulan bir kimse henüz hesap vermediği ve ruh da bedenden ayrıldığı için “kabirde bir azap” olmayacak/hissedemeyecek, ama ruhlar âlemine götürülen “ruh” kâbus görüyor gibi o hüznü/sıkıntıyı hissedecektir. Kaldı ki ölüm anının son salisesinde (son nefesi verdiği an) herkese gideceği yer (cennet veya cehennem) gösterilecek, ruhlar âlemine intikal eden bir kâfirin/müşrikin/münafıkın vs. ruhu acı gerçekle yüzleşeceği (cehennemi göreceği) için “manevî acı/korku/hüzün” duyacak, ancak muttakî/muhsin/muhlis/muslih/salih mü’minin ruhu ise cenneti göreceği için “manevî zevk/neşe/mutluluk” hissedecektir. (28.08.2015)



[1] en-Nahl 16/125.

[2] Herkesin yaptığı iyi ve kötü şeylerin kaydedildiğini belirten âyetler için bkz. Yâsîn 36/12; el-Câsiye 45/28-29; el-İnfitâr 82/10-12. Ayrıca bk. et-Tevbe 9/121; el-İsrâ 17/14; ez-Zilzâl 99/7-8.

[3] İnsanın kendi organlarının kendi aleyhine şahitlik edeceğiyle ilgili âyetler için bk. el-Fussilet 41/20-23; Yâsîn 36/65. Ayrıca bk. en-Nûr 24/23-24.

[4] Buhârî, 3/İlim, 38 (I, 35); 60/Enbiyâ, 50 (IV, 145), 78/Edeb, 109 (VII, 118); Müslim, 53/Zühd, 16 (III, 2298-2299); Ebû Dâvud, 24/İlim, 4 (IV, 63); Tirmizî, 31/Fiten, 70 (IV, 524), 39/İlim, 8, 133 (V, 35, 36, 40), 44/Tefsîr, 1 (V, 199), 46/Menâkıb, 19 (V, 634); İbn Mâce, Mukaddime, 4 (I, 13); Dârimî, Mukaddime, 25, 46 (I, 67-68, 111); İbn Hanbel, I, 78, 130, 293; II, 47, 83, 123, 150, 159, 171, 202, 214, 410, 413, 469; III, 13, 39, 44, 46, 56, 98, 113, 116, 166-167, 176, 203, 209, 222, 278, 280, 303, 422; IV, 47, 100, 156, 201, 367; V, 245, 292, 412.

[5] en-Nisâ 4/56.

[6] es-Secde 32/11.

[7] en-Nahl 16/32; el-En’âm 6/61; Enbiyâ 21/103.

[8] Bk. el-Bakara 2/210; el-En’âm 6/158; en-Nahl 16/33-34; Meryem 19/64; el-Furkân 25/22.

[9] Bk. Âl-i İmrân 3/185; en-Nisâ 4/78; el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57; el-Cuma 62/8.

[10] el-Fussilet 41/30; el-Vâkıa 56/88-89.

[11] el-Vâkıa 56/90-91.

[12] el-Mü’minûn 23/99-100.

[13] ez-Zümer 39/42.

[14] el-Bakara 2/156; el-A’râf 7/125; eş-Şuarâ 26/50; el-Ankebût 29/57; Zuhruf 43/14.

[15] el-Enfâl 8/50; Muhammed 47/27. Ayrıca bkz. el-En’âm 6/93; en-Nisâ 4/97; el-A’râf 7/37; en-Nahl 16/28.

[16] el-Vâkıa 56/92-94.

[17] Kur’ân’ın zamanı doğru anlamakla ilgili uyarısı için şu âyetlere bakılabilir. el-Hac 22/47; es-Secde 32/5; el-Meâric 70/4; en-Nâziat 79/46.

[18] Konuyla ilgili âyet için bk. en-Nisâ 4/159. Tıpkı gayb perdesi kalkıp görevli melekleri gördüğünde öleceğini anlayan ve ye’s anında hemen iman eden Firavun’un imanının geçerli olmadığı gibi (Yunus 10/90-91) tüm kâfirlerin son andaki imanları asla geçerli olmayacaktır.

[19] İnsanın aklını kullanmayarak kendisine zulmettiğini belirten âyetler için bkz. el-En’âm 6/160; Yûnus 10/44; Yâsîn 36/54; ez-Zuhruf 43/76; el-Fussilet 41/46. Ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/182; el-Enfâl 8/51; en-Nahl 16/111; Kehf 18/49; el-Hac 22/10; el-Mü’minûn 23/62.

[20] el-İsrâ 17/36; Ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/66; el-Hucurât 49/12.

[21] en-Nahl 16/116-117. Ayrıca bkz. Yûnus 10/17, 59-60; et-Tâhâ 20/61.

[22] es-Secde 32/18.

[23] et-Tekvir 81/7.

[24] el-En’âm 6/94.

[25] el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf 7/8-9; ez-Zilzâl 99/7-8.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur!

Evlilik Kader midir? II (362)

Uydurma Rivâyetler ve Mehmet Akif Ersoy’un Uyarısı (236)