Halının Altı Çöplük Oldu Adamların Haberi Yok! (357)
Meselelerini usulüne uygun tartışmaktan ve çözüm aramaktan kaçınan,
bunları halının altına süpüren, akıllarını rafa kaldıranların günün birinde bu
çöplüklerden gelen kötü kokulardan (Deizm, Ataizm, Ateizm, Satanizm,
Agnostisizm, Nihilizm, Sosyalizm, Nasyonalizm, Kapitalizm, Sekülerizm, Naturalizm,
Modenizm, Feminizm, Haricîlik, Vehhabîlik, Selefîlik vs. akımlardan, sahte
ideolojilerden, sahte tarikatlardan, sahte şeyhlerden vs.) şikâyet etmeye ve
sızlanmaya asla hakları yoktur. Zira onlar gerçeklerle yüzleşmekten ve
sorumluluk almaktan zamanında kaçmış/kaçınmış, doğruların ortaya çıkmasına
engel olmuş ve böyle bir sonu bilerek ve isteyerek kendileri hazırlamışlardır.
Geçenlerde bir akademisyen dostum, ilahiyatçıların dinî konularla ilgili
düşüncelerini kamuya açık alanlarda söylemelerini, uzun araştırmalar sonucu
ulaştıkları farklı görüş ve kanaatleri -kaliteli delillerini de ortaya koyarak-
tartışmalarını şiddetle eleştiriyor ve şu benzetmeyi yapıyordu: “Eğer iki
aşçı televizyon ekranlarında bir yemeğin nasıl pişirildiğini tartışıyorsa ben o
yemeği yemem. Dolayısıyla iki ilahiyatçının dinî bir konuyu tv ekranlarından
tartışmasını da doğru bulmam. Çünkü o yemekten tiksinirim ve o din ile de arama
mesafe koyarım. Dinî konular halkın önünde tartışılmaz. Âlimler, usulüne uygun
bir şekilde bunu gerekli yerlerde tartışırlar.”
İlk bakışta bu sözler kulağa çok hoş gelmekte ve oldukça inandırıcı gibi
görünmektedir. Ancak üzerinde biraz düşünüldüğünde bu sözlerin büyük bir
kısmının boş ve kof olduğu anlaşılmaktadır.
Şöyle ki, böyle bir benzetme külliyen/tamamen
yanlıştır. Çünkü bir yemeğin nasıl pişirildiğini tartışmak ayrı bir şey o
yemeğin içinden çıkan “fare ayağını, tahtakurusunu, hamam böceğini, sineği,
insan saçını, kılı, tüyü, sümüğü vs. şeyleri” ve buna neden olan kimseleri
tartışmak ve çözüm yolları aramak ayrı bir şeydir.
Nitekim gereken tahkikat/inceleme yapılmaz ve böyle yemek hazırlayan ahçılar
cezalandırılmazsa söz konusu yemeğin pişirildiği lokanta kendine çeki düzen
vermez ve müşterilerine böyle yemekler sunmaya/yedirmeye devam eder.
Dolayısıyla konuyu tartıştırmayarak millete “dışı süslü ama içi iğrenç yemekler/yiyecekler”
yedirmeye ve insanların sağlıklarını bozmaya neden olmak doğru değildir; kaldı
ki bu büyük bir vebaldir!
Bu nedenledir ki müslümanlar artık elmalarla armutları birbirine
karıştırmadan meseleleri tartışmasını öğrenmek zorundadır. Yani bir yemeğin nasıl pişirildiğini
tartışmak ayrı bir şey, o yemeğin içinden çıkan “tiksinti verici şeyleri”
tartışmak ve bunun bir daha olmamasını önlemek için tedbirler alınmasını
tavsiye etmek ayrı bir şeydir.
Mesela dünyaca ünlü bir firmanın tostlarından/hamburgerlerinden “fare
ölüsü” veya ünlü bir içecek firmasının ürününden “sıçan leşi” çıktığında bu,
tüm dünyada haber olmakta ve o firma milyonlarca dolar tazminat ödemeye mahkûm
edilmektedir. Artık bundan sonra o firma çok daha dikkatli olmakta,
çalışanlarına iyi bir eğitim vermekte ve hijyene çok ama çok daha fazla dikkat
etmektedir.
İşte bir insanın beden sağlığı nasıl önemliyse “ruh sağlığı” da aynı
şekilde önemlidir.
Özetle bizim söylemeye çalıştığımız şey şudur:
“Eğer bazı İslâm âlimleri dine sızmış/sızdırılmış uydurma rivayetler,
İsrâiliyat, Mesihiyat, Mecusiyat, efsane, masal, mitoloji, bidat ve hurafe,
yanlışlarla/hatalarla dolu din yorumlarına dikkat çekiyor ve bunların Kur’ân-ı
Kerîm ve sahih sünnetle hiçbir ilgisinin olmadığını, bunların sonradan dine
sokulduğunu, dinin dokusunu bozduğunu, dinin genleriyle oynandığını, yanlış
dinî anlayışlarına sebebiyet verdiğini söylüyor ve bu iddiasını da delillerle
destekliyorsa buna mutlaka kulak vermek gerekir.
Yani yemeğin asli unsurlarından olmayan ama yemeğin içine bazı aşçıların
dikkatsizlikleri nedeniyle giren/düşen/sokulan/atılan şeyleri eleştirmek,
sorumluların cezalandırılmasını istemek nasıl doğru ve haklı ise, dinin içine
giren bu tür dindışı şeyleri (bidât, hurafe, sakat yorum, sapkın dinî anlayış) eleştirmek,
sorumluları tespit/teşhir etmek ve işin doğrusunu ortaya koymak da aynı şekilde
doğru, haklı ve meşrûdur.
Bütün bunları tartışmaktan/konuşmaktan kaçmak akla ziyandır. Böyle bir
kaçış dini korumak değil dine zarar vermektir. Oysa mü’minlerin dinlerini
korumak gibi önemli bir ödevleri vardır.
Acaba bazı din adamları, müslümanların çocuklarının ilerleyen yıllarda
İslam’dan uzaklaşıp sahte ideolojilere/izmlere kapıldıklarını gördüklerinde mi gaflet
uykusundan uyanacaklardır?
Yoksa bu haklı ve yapıcı eleştirilere/ikazlara şimdiden kulak vererek İslam’ı
bid’at, hurafe ve mitolojilerden arındırmaya çalışan gerçek İslam âlimlerine mi
destek olacaklardır?
Elbirliği ile bu sorunları çözmek için ellerini/bedenlerini taşın altına
koyanlara arka çıkıp sefihlerden gelecek hakaretlere ve tehditlere boyun
eğmeden İslâm’ı koruma mücadelesini onlarla birlikte mi yürütecelerdir?
İşte saydığımız tüm bu gerekçeler nedeniyle dinî konularla ilgili bazı müzakereler
kamuya açık alanda yapılır ve yapılmalıdır. Zira o sahte dinî bilgileri din zannedip inananlar neye inandıklarını çok
iyi bilmeli ve öğrenmeli, İslam âlimleri de gençlerin sorularına ikna
edici ve inandırıcı cevaplar vermelidir. Aksi halde gelecek yıllarda vakit çok
geç olabilir; müslümanların nesilleri arasında da deist, ateist, agnostik,
müşrik, satanist vs. sayısında ciddi patlamalar/artışlar yaşanabilir.
Dolayısıyla her duyduğu uydurma rivayeti “hadis” zanneden, Hz. Peygamber’e
iftira attığını düşünmeden bunları halka nakleden “yarım hocaların/çakma
ilahiyatçıların/din tüccarlarının” anlattıklarına inanan masum insanları tv
vasıtasıyla ve diğer kitle iletişim araçlarıyla uyarmak bir görevdir.
Pekala eğer bu hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/yarım hocalar
uyarıldığında onların cahil takipçileri/hayranları tehdit ve hakaretlere
başlıyorsa yapılması gereken nedir?
Halkın dinî bilgi ve anlayış seviyelerini yükseltmelerini ve sorgulayarak
inanmalarını istemek yerine onları uyutmaya devam etmek büyük bir vebal ve
gaflet değilse nedir?
Öte yandan uzun araştırmalar sonucu farklı bir kanaate ulaşmış bir âlimin
fikrini ilmî ortamlarda bile söylemesine tahammül edemeyen bir sürü sözde hoca/çakma
ilahiyatçı/sözde akademisyen ortalıkta dolaşmaktadır. Onlar sağlam temeller
üzerine inşa edilmiş farklı bir görüşle karşılaştıklarında çok şaşırmakta, -o fikri delillerle çürütmeyi tercih etmek
yerine- muhataplarını susturmak ve itibarsızlaştırmak için derhal şu sözlerle
saldırıya geçmektedir: “Bu şaz bir görüş! Kıyıda köşede kalmış kıytırık bir
görüş! Hiçbir ciddi İslam âlimi bu zamana kadar böyle bir şey söylememiştir! Bu
bilgi kırıntılarının ciddiye alınır hiçbir tarafı yoktur! Bunlar tamamen indî
ve keyfî şeylerdir! Mesnetsiz iddialardır; üzerinde durmaya, konuşmaya, muhatap
almaya, değer vermeye ve zaman ayırmaya bile gerek yoktur!”
Oysa bu gibi sözler hem kendilerini hem de müntesiplerini geçici olarak
rahatlatsa da ikna edici olmaktan uzaktır. Çünkü bunlar basmakalıp sözlerdir;
hiçbir ilmî değeri yoktur. Önemli olan ortaya atılan o görüşü “daha ciddi
delillerle çürütmek”, muhataba yanlışını ve gerçeğin peşinde olan gençlere de
işin doğrusunu/hakikatini göstermektir.
Dolayısıyla sahanın uzmanlarının bir araya geldiği sempozyum, panel,
çalıştay, atölye ve seminerlerde bile farklı görüş duymaya tahammül edemeyen,
derhal o fikir sahibini küçük düşürmeye çalışan, alay eden, tepeden bakan
fanatiklerle/sözde hocalarla müslüman toplumların gidebileceği hiçbir yer
yoktur.
Çünkü böyle ilmî konuların müzakere edildiği ortamlarda bile farklı
düşünen İslam âlimlerin fikirlerini söylemesine imkân tanımayan, onların tv
veya medya araçlarıyla halkı aydınlatmasına tahammül edemeyenlerin bu
yaptıklarını iyi niyetle izah etmek mümkün değildir.
Kanaatimizce dinlerini koruma iddiasında olanların her şeyin özgürce
tartışıldığı ortamlar hazırlamaları ve “Söyletmen
vurun! Susturun! Konuşturmayın!” mantığını derhal terk etmeleri gerekir.
Çünkü böyle bir zihniyete mensup müslümanların son din İslam’ı tüm dünyaya
doğru tanıtabilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki İslam’ın ilkelerini göz ardı
eden, hurafelerle dolu, genetiğiyle oynanmış bir dini yaşamaya çalışanlar tüm
dünyaya model olamaz.
Nasıl dünyaca ünlü bir firma, milyonlarca dolar tazminata mahkûm olmamak,
ayakta kalmak, marka değerini korumak ve para kazanmak için çok dikkatli
oluyor, çalışanlarını iyi bir eğitimden geçiriyor ve artık işyerinde temizliğe
çok daha fazla dikkat ediyorsa, İslam’ı korumakla görevli müslümanların da aynı
şekilde dinlerinin itibar kaybetmesini önlemek, tüm dünyada doğru tanınmasını
sağlamak, dine sokulmuş dindışı unsurları ayıklamak için son derece akıllı ve
çalışkan İslam âlimleri yetiştirmesi, bunların sağlam muhakeme ışığında
sağlıklı ve güvenilir dini bilgiler üretmesi ve ümmetin de bunlara sahip
çıkması elzemdir.
Dinlerine zarar veren şeyleri ortadan kaldırmak ve işin doğrusunu ortaya
koymak için çaba sarf etmeyen ve gerçeklerle yüzleşmekten kaçınanlar büyük bir gaflet
içindedir.
Sonuç olarak, İslâm âlimi olmak ve sağlam düşünce üretmek öyle göründüğü
kadar kolay değildir. Böyle hoca müsveddeleriyle ve onların ortaya attıkları ve
savundukları bozuk din anlayışlarıyla İslâm’ı tüm dünyaya tebliğ ve temsil
etmek mümkün değildir. Bu yanlıştan vazgeçmeyen, onlara destek olan ve İslâm’ın
doğru anlaşılmasını engelleyen herkes büyük bir vebal altındadır. Bu gerçeği
anlamamakta ısrar ederek muhtelif görüşlerin ifade edilmesinden rahatsızlık
duyanlar hiçbir zaman hakikate ulaşamayacaklardır. Bu bir öngörü/varsayım değil
apaçık bir gerçektir. Çünkü görünen köyün kılavuza ihtiyacı yoktur. (27.11.2015)
Yorumlar
Yorum Gönder