Hadis Tenkidi ile Hadis İnkârcılığı Arasındaki Farka Dikkat! (338)
Hadis ilminde “sened” ve “metin” çok önemli iki kavramdır. İsnad
denildiğinde hadislerin başındaki râvî silsilesini gösteren isimlerden oluşan
zincir akla gelir. Buna sened de denir. Herhangi bir hadisin ilk kaynağından
hadis kitabına girinceye kadar kimler tarafından nakledildiğini gösteren bu
zincir hadisin dayanakları ve doğruluğunun belgeleri niteliğindedir. Yani hadis
havada ve boşlukta değil bu zincirle ilk kaynağı Hz. Muhammed’e
dayandırılmaktadır. Bir başka ifadeyle sened bir nevi “dipnot” mesabesindedir.
Bu isnadlar hadisin sağlam bir zemine oturduğunun göstergesidir. İsnadlar,
hadis tarihine ışık tutar, önemli bir belge ve bilgi kaynağıdır. İsnadlar
incelenerek râvîlerin güvenilir olup olmadıkları tespit edilir; râvî ile hocası
arasında bir ilişki olup olmadığı ortaya konulur. İsnadlar arada râvî isminin
düşüp düşmediğini, kopukluk olup olmadığını belirlemeye yarar.[1]
Metin ise Hz. Peygamber’in söylediği kısım, yani muhtevadır/içeriktir.
Dolayısıyla bir hadisin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını araştıran hadis
tenkitçisi, haberi verenin haber verdiği olaya tanık olup olmadığına, doğru
algılama konusunda bir engelinin bulunup bulunmadığına, haberi doğru olarak
aktarmasını engelleyecek herhangi bir neden, engel ya da kusurunun bulunup
bulunmadığına bakar. Haberi başka kaynaklarla te’yid ve te’kid eder. Gerekli
karşılaştırmaları yapar ve haberin içeriğini inceler.
Haberin içeriğini incelerken her bir hadisi akıl, Kur’an, İslam dininin
genel ilke ve esasları, İslam âlimlerinin icma’ı, Hz. Peygamber’in yaygın ve
meşhur sünneti, kesin bilimsel veriler, kesin tarihi gerçekler ve çok sayıda
kişiyi ilgilendiren bir konuda sadece bir kişinin rivâyet etmesi ve benzeri
yönleriyle inceler.[2]
Bu bakımdan bir hadis münekkidi, müellifi ne kadar meşhur olursa olsun,
fıkıh, tasavvuf, tefsir, kelam, tarih, tabakat, teracim, ahlâk vb. ilim
dallarında yazılmış kitaplarda yer alan hadislere “senedleri açıklanmadığı veya
kaynakları gösterilmediği sürece” sahih hadis gözüyle bakmaz/bakamaz.
Mesela Ali el-Kârî (ö. 1014/1605); “Kim ramazan ayının son cumasında
daha önce geçirdiği farzlardan birini kaza ederse, yetmiş senelik kaza namazı
borcunu ödemiş sayılır” sözü hakkında şunları söylemiştir: “Bu söz
kesinlikle batıldır. Çünkü ibadetlerden hiçbirinin senelerce ihmal edilmiş
namazların yerine geçemeyeceği hakkındaki icmaa aykırıdır. Bu sözü Nihâye ve
Hidâye şarihlerinin nakletmiş olmasına itibar edilmez. Çünkü onlar hadisçi
değil fıkıhçıdırlar. Zaten onlar bu sözü herhangi bir muhaddise de nispet
etmemişlerdir. Ancak bu çeşit sözleri kitaplarına alanlar, onların uydurma
olduğunu bile bile almış değillerdir. Aksine rivâyet edilmiş bir hadis sanarak
almış olmalıdırlar. Haberlerin tenkid
ve tetkiki hadisçilerin işidir. Zira her konunun mütehassısı ayrıdır. O halde
hadis, hadis kitaplarında aranmalıdır.”
Bu açıklamalardan sonra şu ifade edilebilir:
Metin tenkidi İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren yapılmıştır. Hz. Ömer,
Hz. Ali, Hz. Aişe, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Abdullah b. Mes’ud gibi fakih
sahabîler birbirlerini “unutma,
yanılma, hata etme, tereddüt, vehim, eksik işitme, eksik nakletme, yanlış
yorumlama ve doğru ifade edememe” gibi hususlarda eleştirmişlerdir.
Görüldüğü üzere sahâbe de zaman zaman yanılabilmiştir. Dolayısıyla bir rivâyetin Hz. Peygamber’e aidiyetini ve
sıhhatini tespit için “rivâyetleri tenkit etmek” farklı bir şey, “hadis
inkârcılığı” ise tamamen başka bir şeydir.[3]
“Hadis inkârcılığı” hadisleri
eleme, tenkit etme ve ayıklama süzgecinden geçirme ihtiyacı hissetmeksizin
“toptan reddetmek” demektir. Haricîlerin bazı kollarının hadisleri
tümüyle, Mu’tezile’nin bir grubunun ise haber-i vahid olan hadisleri
reddettikleri bilinmektedir. Mısır ve Pakistan’daki Ehl-i Kur’an ekolünün bir
kısmı da hadisleri toptan inkâr etmişlerdir. Ancak bu hadis inkarcıları tüm
dünyada “marjinal grup” olarak kalmış ve insanları ikna etmeyi
başaramamışlardır.
Diğer taraftan Ebû Hanife ise hadislerin sıhhatini tespitte Ehl-i hadisin
ölçütlerini yeterli görmemiş ve ihtiyatlı davranmıştır. O râvîlerin güvenilir
olmasıyla yetinmemiş rivâyetleri bir de Kur’an’a arz etmiştir. Yani Ehl-i
re’y’e göre “haber-i vahid” dinin temel kaynaklarından elde edilen usullere
dayanarak reddedilebilir.[4]
Mu’tezile, haber-i vahidin sıhhatinin hem isnad hem de metin tenkidiyle
belirleneceği kanaatindedir. Ancak onlar senedden ziyade muhteva tenkidine daha
fazla önem vermişlerdir. Mu’tezile, akla aykırı haberin kabul edilemeyeceğini
söylemiş, bir hadisin sahih kabul edilebilmesi için muhtevasının Kur’an’a, mütevatir sünnete, icmaya, sahâbe
uygulamasına ve akla aykırı olmamasına, tarihi bilgi ve tecrübeye uygun
olmasına, diğer rivâyetlerle çelişmemesine ve geneli ilgilendiren (umumi belvâ)
konularda bulunmasına özen
göstermiştir. Onlar maddî inkıtadan daha çok manevî inkıtaı (anlam
kopukluğunu) önemsemiş ve bu konuya yoğunlaşmışlardır.[5]
Bu nedenledir ki, özellikle bir İslam âlimi/hadis araştırmacısı herhangi
bir hadisi “cerh ve ta’dil kriterlerine
göre” reddettiği zaman onu “hadis inkârcısı”, “hadis düşmanı” veya
“sünnet münkiri” gibi yakıştırmalarla karalamak/yaftalamak asla doğru değildir.
Çünkü münekkid böyle bir hadisi reddettiğinde bu, “Hz. Peygamber’in hadisi
olduğunu bile bile reddetti” anlamına gelmemektedir. Bilakis bu durum, “o İslam âliminin böyle bir hadisin Hz.
Peygamber’e nispet edilemeyeceğini söylediği” anlamına gelmektedir. Bu
reddedilen hadis isterse geçmiş İslam âlimleri tarafından sahih olarak kabul
edilsin fark etmez. O âlimin önceki İslam âlimlerinin kabul ettiği bir hadisi
reddedemeyeceği şeklinde bir itirazda bulunmak da doğru değildir. Bir âlim, haklı
gerekçelere dayanarak ve ikna edici delillerle bunu yapıyorsa mesele yoktur.
Zira bir hadisin Hz. Peygamber’e aidiyetini belirleme işi tamamen ictihadî bir
konudur ve bu faaliyet kıyamete kadar da devam edecektir ve etmek zorundadır.[6]
Sonuç olarak “hadis tenkidi”
ve “hadis inkârcılığı” ayrı ayrı
şeylerdir. Hadis tenkidi hadis ilminin objektif kurallarına uygun şekilde
sahanın uzmanı İslam âlimleri tarafından yapılırken “hadis inkârcılığı” ise
“bilinçli İslam düşmanları veya kullanışlı aptallar/cahiller” tarafından
deruhte edilmektedir. Dolayısıyla
ikisini birbirine karıştırarak hadis münekkidini “hadis inkârcısı” veya “Kur’ân
müslümanı/mealci” şeklinde tanıtmak ve itibarsızlaştırmaya çalışmak ciddi bir
vebaldir ve kul hakkı ihlalidir. Böyle yapan kimse eğer kendine yapılan
iyi niyetli uyarılara kulak tıkıyor, tüm ikazlara rağmen hakikati kabul etmeye
yanaşmıyor ve ısrarla bildiğini okumaya devam ediyorsa bu adam/kadın ya cahil ya sefih ya da ahmağın
tekidir. Dolayısıyla bu tiplere söylenecek söz “selam olsun!”dan başkası
değildir.[7]
(17.07.2015)
[1] Hadis Tarihi ve Usûlü, Editör: Selahattin Polat, s. 9.
[2] Ayrıntılar için bk. Hadis Tarihi ve Usûlü, Editör:
Selahattin Polat, s. 29-30.
[3] Ayrıntılı bilgi için bk. Musa
Bağcı, Hadis Tarihi, Ankara Okulu Yayınları,
2013, s. 338-362.
[4] Musa Bağcı, Hadis Tarihi, Ankara Okulu Yayınları,
2013, s. 392-393.
[5] Ayrıntılar için bk. Ahmet
Yücel, Hadis Usûlü, s. 159-167.
[6] Ayrıntılar için bk. Musa
Bağcı, Hadis Tarihi, Ankara Okulu Yayınları,
2013, s. 393-394.
[7] el-Furkân 25/63; el-Kasas
28/55.
Yorumlar
Yorum Gönder