Rabbin Yoluna Nasıl Davet Edilir? Saçmalıkla, Öyle mi? (238)
İslâm’ı bir bütün olarak, eksiksiz ve doğru bir şekilde öğrenme ve anlama
gayretinde olmayan, kendilerini çok iyi yetiştirmeyen, buna rağmen irşâd
hizmetine soyunan bazı çakma ilahiyatçı, yarım hoca, merdivenaltı din tüccarı
ve hoca müsveddelerinin yaptıklarından sorumlu olacaklarını yazdığım ve bazı yapıcı
eleştirilerde bulunduğum “son köşe yazıma” bir okuyucum güzel bir hatırasıyla katkıda
bulunmuş, sonra da güzel bir soruyla fikrini ortaya koymuş. Bunu görünce çok
mutlu oldum. Veysel isimli bu okuyucum kısaca şunları yazmış:
“Hocam!
Din görevlileri olarak katıldığımız
bir seminerde konuşmacılardan bir hocamız yaşadığı olayı bize anlatırken şöyle
dedi: “...Camide bir hoca, vaaz ediyordu. Uydurma hadisleri anlatıyordu. Ben de
vaazı dinliyordum ve kendi kendime oğlumun duyacağı kadar hafif bir sesle dedim
ki, ‘İyi ki bu insanlar bu vaazları dinleyerek dinden uzaklaşmıyorlar.’ O
sırada hocamızın yanında bulunan oğlu da babasına şöyle demiş: ‘Merak etme
baba! Zaten kimse dinlemiyor’…” Okuyucumun de belirttiği üzere seminere katılan
din görevlileri hoca ile oğlu arasında geçen bu diyaloğu işitince herhangi bir
tepki göstermemiş, sessizce anlatılanları dinlemiş, biraz da canları sıkılmış…
Fakat bu konuşmacıdan hemen sonra kürsüye
çıkan bir başka hoca ise; “Arkadaşlar! Konuşacaksınız! İsterse saçmalık olsun!
Bu millete saçmalık da olsa anlatmaya devam edeceksiniz!” dediğinde ise bu
sefer (aynı din görevlilerinden) çılgınca bir alkış (tufanı) kopmuş… Elleri patlarcasına alkışlamışlar ‘saçmalık da olsa
anlatacaksınız’ diyen hocayı…
Muhterem hocam! Tabi ki bu olay nedense
bana biraz ibretlik geldi... Acaba bu iki farklı tepkinin asıl anlamı/sebebi
sizce neydi? Ne olabilir? Bunu açıklar mısınız?” (Veysel)
Veysel adındaki bu değerli okuyucu toplantıda
yaşananları çok güzel özetlemiş.
Yaklaşık çeyrek asır Diyanet İşleri
Başkanlığı’nda farklı statülerde kendileriyle birlikte görev yaptığım o
arkadaşların/din görevlilerinin “o tepkilerinin ne anlama geldiğini” herhalde
benden daha iyi bilecek bir başkası yoktur.
Bana göre bu iki farklı tepkinin asıl nedeni
şu olabilir:
Birincisinde
kendilerine yönelik haklı bir eleştiri vardır ve o eleştiriyi yapan üst düzey
yetkili onları akademik bir dille ve nazikçe uyarmaktadır. Onların daha çok okumalarını, düşünmelerini,
sorgulamalarını istemektedir. Yanlış bilgileri insanlara anlatmanın vebal
olduğuna dikkatleri çekmektedir. Toplumun da bilgi seviyesinin yükseldiğini, artık
bazı şeyleri onların da bildiğini ve tavır koyduğunu ima etmektedir. Artık
onların da yaptıkları vaazların dinlenmediğini, vatandaşı tatmin edemediklerini
söylemeye çalışmaktadır. Ama bu zevatın (din anlatıcılarının/çakma hocaların)
canları bu duruma sıkıldığı için seslerini o an çıkartamamışlardır. İşlerine
gelmediği için bu yapıcı tenkitlere sessiz kalmayı tercih etmişlerdir. Adeta
kulaklarını tıkamış, “Konuşur ve tepki
gösterirsek belki başımıza bir şey gelir, soruşturma açılır” endişesiyle de
öfkelerini içlerine atmışlardır.
Ancak ikinci
konuşmacı ise tıpkı kendileri gibi düşünen, akla değil duygularına hitap eden,
tembelliğe çağıran, popülizm yanlısı “sözde din âlimi/hoca müsveddesi” ise o
söyledikleriyle bir çuval inciri berbat etmiştir. Birincinin yaptığı tüm
güzel uyarıları geçersiz ve değersiz kılmıştır. Bence insanlara “Saçmalıkta olsa anlatacaksınız” diyen bu
sözde hoca/ din bezirgânı zavallının tekidir. O din anlatıcıları ise kendileri
gibi düşünen bu zavallıya ve onun aptalca savunmasına sahip çıkmış,
desteklerini ise “çılgınca alkışlayarak” göstermiş, böylece kendilerini iyi
niyetle eleştiren birinci hocayı adeta psikolojik baskı altına almaya
çalışmışlardır.
Oysa onların bu yaptıkları büyük bir hata ve
sorumsuzluk örneğidir. Zira hiçbir
kimsenin vaaz kürsülerinde bu millete saçmalık anlatmaya hakkı yoktur.
Televizyon ve radyolarda millete uydurma hadisler, efsaneler ve masallar nakletmeye
yetkisi yoktur. Bu bakımdan böyle zavallılara sadece acımak gerekir.
Tahminime göre o din anlatıcılarının
çoğunluğu okumadan, araştırmadan, kulaktan dolma yalan yanlış bilgileri,
uydurma hadisleri, mitolojileri insanlara anlatmaktan memnun olanlardır. Hayat
boyu öğrenmeden ve sürekli kendini yenilemekten nefret edenlerdir. Fakülte veya
İmam Hatip Lisesi biteli yıllar olmuştur ama artık onlar bir kitabı baştan sona
okumamışlardır. Bir âyet ya da hadisin yorumunu farklı kaynaklardan araştırma
ihtiyacı hissetmemişlerdir. Çünkü
araştırmak zaman ister. Emek ister. Ter dökmek ister. Uykusuz kalmak ister.
Zevkleri ötelemek ister. Bedel ister. Farklı sonuçlara ulaştığında ise
kıskançlara, aklı kıt olanlara ve hasetçilere rağmen anlatmayı ve onlarla mücadele
etmeyi göze almak ister.
Oysa işin kolayına kaçan bu sorumsuzların okumaya
zamanları yoktur. Onlar sadece film seyrederler. “Din elden gitti” diye
bas bas bağırırlar. “Ülke satıldı” diye çır çır çığırırlar. Dedikodu eder
ve sağa sola laf taşırlar. Görevlerini adam gibi yapmaz ama yapanları
eleştirirler. Bir de yattıkları yerden para kazanmanın verdiği rahatlıkla bu
millete saçmalık anlatmayı marifet zannederler. Onlar sanki Kur’ân’ın şu
buyruğundan habersiz gibidirler.
“[Bütün insanlığı] hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve
onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış; şüphesiz, O'nun yolundan
kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir ve yine doğru yola erişenleri de
en iyi bilen O'dur.”[1]
Görüldüğü üzere bu âyet, hikmet ve güzel öğütlerle tebliğ
faaliyetinin yapılmasını istiyor. Saçmalık anlatarak değil... En güzel
metodu, en inandırıcı ve makul yöntemi
tavsiye ediyor. Saçmalık anlatmayı değil... Saçmalık anlatanların nasıl saptığını, hakkı ve hakikati anlatıp
yaşayanların nasıl doğru yola eriştiğini en iyi bilenin Allah Teâlâ olduğunu
söylüyor...
Dolayısıyla din adına saçma sapan şeyleri
millete anlatmaya devam edenlere bunun ahirette hesabı mutlaka sorulacaktır.[2]
Madem öyle aynı konuyla ilgili bir hatıramızı
da biz paylaşalım.
2012 yılıydı. Karadeniz’in şirin bir ilinde 120
kadar vaiz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği bir seminere katılmıştık.
10 gün boyunca süren seminerde konunun uzmanlarını dinledik. Ben kendi adıma
çok faydalandım. Seminerin sonlarına gelindi. Herkes bir konuda hazırladığı 5
dakikalık konuşma yapıyordu. Sıra bana gelmişti. Sahneye çıktım. Beş dakika
içinde anlatacaklarımı elimdeki mikrofonla, yansıtıcı ve slayt yardımıyla
anlatmaya başladım. “Zikir”, “salat” ve “keyd” kelimelerinin “farklı anlamlarıyla
ilgili” değişik tefsir ve meallerin konuya bakışını izah eden bir konuşma
yaptım.
Hazırladığım slaytları sahnedeki perdeye
yansıtarak izleyicilere de görme imkânı sundum. Onlar âyetleri ve farklı
tercümeleri bizzat slayt yardımıyla gördüler. Böylece muhtelif meallerin
karşılaştırmalarını yakından müşahede ettiler. Ancak çok beğendikleri bazı
meallerin hatalarını görmek onları kızdırdı. Daha konuşmam bitmeden salonda homurtular
yükselmeye başladı, sataşmalar oldu, bağırıp çağıranlar bile vardı. Hakaretler
de havada uçuşuyordu. Oturum başkanı olan İstanbul’un meşhur ilçesinin vaizi ve
bir tarikatın da halifelerinden olan “sözde din görevlisi” daha sürem dolmadan
beni susturmak istedi ve mikrofonumun sesini kapattı. Ama ben vazgeçmedim. Sahnede
sesimi yükselterek konuşmamın geri kalan bir dakikasını da kullandım ve sunumumu
tamamladım. Salonda cılız bir alkış vardı. Gülümseyerek yerime oturdum.
Vaizlerden oluşan seyircilerin çoğu hala sakinleşmemişti.
Sevdikleri meal yazlarını savunma derdine düşmüşlerdi. Söz alanlar oldu. İtiraz
ettiler. Kızgındılar. Meallerdeki yanlışlara sarılarak İslam’ı savunduklarını
zannediyorlardı. Hatalarına mazeret bulma derdindeydiler. Gerçekleri görmek
istemiyorlardı. Eleştiriye kapalıydılar. Bunun üzerine ben de cevap hakkımı
kullanmak istedim. Elimi kaldırdım. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelen
üst düzey yetkili bana susmam yönünde eliyle işarette bulundu ve mikrofonu
kendisi aldı. “Arkadaşlar, İşte ben böyle bir sunum istiyorum, bu arkadaşı tebrik
ederim, çok güzel hazırlanmış, ben çok istifade ettim. Teşekkürler!”
dedi.
Neyse yetkili bu kişi, bana teşekkür edince ortalık
biraz durulur gibi oldu, oturuma ara verildi. Çay molasına geçildi. Bana daha
önce selam verenlerin hiçbiri artık selam vermiyordu. Çoğunluk dövecek gibi
bakıyordu. Küsmüşlerdi. Darılmışlardı. Ama bazı gençler yanıma geldi. “Hocam
harika bir sunumdu”, “Çok faydalandık”, “İyi ki anlattınız bunları”, “Hiç
bu yönünü düşünmemiştik” dediler. Bazı yaşlı vaizler de yanıma
geldi. “Muhteşemdi, çok güzeldi”, “Ne güzel söyledin öyle!”, “Tamamen haklısın,
tebrikler!!! Allah razı olsun” dediler. Ama orta yaşın üstünde
olanlar hala dik dik bakıyorlardı. Bu arada bazı genç vaizler de orta
yaşlıların baktığı gibi bana dik dik bakıyorlardı. Sanki beni dövmek ister
gibiydiler. Demek ki mesele yaşlılık ya da gençlik meselesi değildi. Mesele, kafa meselesiydi, zihniyet
meselesiydi, bakış açısı sorunuydu, birikimdi, samimiyetti, Yüce Allah’a karşı
sorumluluk bilincinin derinliğiydi.
Daha sonra yemeğe geçildi. O vaiz
arkadaşların çoğu hâlâ bana selam vermiyordu. Oysa sabah her biriyle
selamlaşmıştık. 10 gündür ne kadar da iyi idik. Ne olmuştu birden bire böyle?
Ne mi oldu? Ben biliyorum...
Açıklayım...
Çünkü ben o
konuşmamla onları sorumluluğa çağırmıştım. Okumaya, araştırmaya ve tenkide davet
etmiştim. Sorgulama ve kritik-analitik düşünmeden bahsetmiştim, vebal uyarısı
yapmıştım. “Uydurma şeyleri anlatmayın!” demiştim. Meallerdeki ciddi
hatalara dikkat çekmiştim. “Uydurma rivâyetleri Hz. Peygamber’in adını
vererek nakletmeyin!” demiştim. “Hz. Peygamber’e iftira atmayın,
atanlara aracılık etmeyin!” demiştim. “Sorumluluğunuzu bilincinde olun!”
demiştim. “Körü körüne yanlış şeyleri nakletmeyin!” demiştim. “Hatada
ısrar etmeyin!” demiştim.
Toparlayacak olursak, öyle tembel, bağnaz,
yobaz, fanatik, tarafgir, cahil din anlatıcıları Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin
hedef, gaye, ilke, amaç ve maksadını anlamadıkça hem onların hem de onları
dinleyen ve inananların işi çok zor. Kanaatimce herkes dönüp kendine bakmalı.
Haklı eleştiriden nasibini almalı. Aksi takdirde ahiret günü hesaplarının çok
çetin geçeceğini de bilmelidir.
Nitekim bize inanmıyorlarsa Kur’ân’a ve sahih
hadislere bakmaları yeterlidir. Çünkü bu dünya hayatı boş ve anlamsız değildir.
Deruni bir anlam ve amaç üzere yaratılmıştır. Kimsenin yaptığı da yanına kalmayacaktır.[3]
Âyetleri birlikte okuyalım.
“…Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli
davranışlar ortaya koysun…”[4]
“Yine de her kim, hem inanmış, hem de dürüst ve erdemli davranışlardan
(bir şeyler) ortaya koymuşsa, onun bu çabası asla ziyan edilmeyecektir; çünkü
hiç kuşkusuz Biz bunu onun lehine kaydetmekteyiz.”[5]
“Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve
kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur: Allah hiçbir zaman
kullarına haksızlık yapmaz.” [6]
“Her kim doğru ve uygun bir şey yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur;
kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur ve sonunda hepiniz Rabbinize
döndürüleceksiniz.”[7]
Sonuç olarak, vazifesinin hakkını veren bunu kendi iyiliği için yapmış
olur. Ama yaptığı işin hakkını vermeyen ve aldığı maaşı helal ettiremeyen
birisi de bunu kendi aleyhine yapmış olur. Böyle kimseler, “keşke”lerinin ahiret
günü onlara hiçbir fayda sağlamayacağını bilmek istiyorlarsa yapmaları gereken Kur’ân’ın
söz konusu âyetlerine bakmaktır. (25.01.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder