Keyfi Olarak Namazı Kazaya Bırakmak Yoktur! (309)
“Kaza namazı yoktur” ile “Keyfi olarak namazı kazaya bırakmak yoktur”
cümleleri arasındaki “bariz farkı” bir türlü anlamak istemeyen “süfehaya”
tekrar tekrar anlatmak, hatırlatmak, bıkmadan usanmadan söylemek İslâm’ın bir emri
olduğu için bu köşe yazısını yazmamız farz olmuştur.
Çünkü hâlâ bu gerçeği görmek istemeyen, “keyfi olarak terkedilen namazın
da kazası olduğu algısını” insanların zihinlerine yerleştirmeye devam eden,
böyle bir anlayışı sahiplenip savunan, İslam’ı bir bütün olarak anlamak ve
anlatmaktan aciz olan, İslam’ı yanlış tanıtmaktan korkmayan ve fakihlerin
içtihatlarını bile yanlış yorumlayarak müçtehitlerin kul haklarını ihlal eden yarım
hoca/sahte şeyh/cahil molla/çakma ilahiyatçılar bulunmaktadır.
Dolayısıyla “Kaza namazı yoktur” ile “Keyfi olarak namazı
kazaya bırakmak yoktur” arasındaki farkı çok iyi anlamak/idrak etmek
lazımdır. Bu farkı anlamak istemeyenler vesvâsi’l-hannâs’ın yoldaşıdır ve hem
kendilerine hem de saptırdıklarına yazık etmektedir.
Tekrar ifade edelim ki, “Kur’ân-ı
Kerim’de kaza namazından bahseden hiçbir âyet yoktur” ve kesinlikle “ileride
kılarım diye keyfi olarak namazı kazaya bırakmak” söz konusu değildir.
Zaten bu gerçeği aklı başında her İslam âlimi kabul etmektedir. Ancak
bazı kimseler; “Birilerine şirin görüneceğiz, birilerinin saldırılarından
kurtulacağız, şimşekleri üzerimize çekmeyeceğiz, durumu idare edeceğiz,
insanları ibadet yapmaya teşvik edeceğiz” gibi hüsnü kuruntularla İslam’a
hizmet ettiklerini zannetmekte ve çok büyük yanlış yaptıklarını kesinlikle fark
edememektedir.
İşte amacımız, hem onları hem de onların saptırdıkları insanları
güzellikle uyarmak, onları gerçeğe davet etmek, gelecek nesillerin bu yanlışa
düşmelerini engellemek ve “böyle gelmiş böyle gitsin” mantığını tepetaklak
etmektir.
Bu açıklamalardan sonra şunu ifade edelim ki Hz. Peygamber, “dört durum”
haricinde herhangi bir kaza namazından bahsetmemiş ve “keyfi olarak terk edilen namazın kazasını” gündeme dahi getirmemiştir.
Hz. Peygamber, sadece şu zaruri hallerde kılınamayan namazın kaza
edilebileceğini ifade etmiş ve kendisi de uygulamıştır:
Uyku, unutma, baygınlık ve
savaşın en kızıştığı an.
1. Uyku: Her türlü tedbir almasına, saati kurmasına, telefonun
alarmını ayarlamasına ve imamın ezanı okumasına rağmen bütün bunları duymamış
ve uyanamamışsa, o kişi uyandığında tövbe eder ve kılamadığı o namazı/namazları
derhal kaza eder.
2. Unutma: Ezan okunduğu halde “beşer nisyan ile maluldür” sözünde
olduğu gibi yaptığı işe iyice dalmışsa, “Az
sonra kılarım” diyerek namazı geciktirmişse ve daha sonra da “kıldım
zannederek” unutmuşsa, sonra da kılmadığını hatırlamışsa derhal pişman olur, tövbe
eder ve herhangi bir kasıt olmadan unuttuğu o namazı kaza eder.
3. Baygınlık: Başına herhangi bir kaza gelmişse, bayılmış veya
komaya girmişse uyandığında/ayıktığında kılamadığı tüm namazları derhal kaza
eder.
4. Savaşın en kızıştığı an: İslam ordusu Allah yolunda mücadele
ederken düşmanın saldırılarını şiddetlendirmesi sonucu cemaatle namaz kılmaya
vakit bulamamışsa, ortam sakinleşince kılınamayan tüm namazları cemaatle
birlikte kaza eder. Nitekim Hz. Peygamber, Hendek Muharebesi sırasında
müşriklerin yoğun saldırıları nedeniyle “öğle, ikindi ve akşam namazlarını
cemaatle kılmaya” vakit bulamamış, ancak gece karanlık çökünce tüm o namazları cemaatle
birlikte kaza etmişlerdir.
Görüldüğü üzere “bu dört durumda
kaza namazı vardır.” Ancak “İslam’da bunun haricinde keyfi olarak namazı kazaya
bırakmak” diye bir şey asla söz konusu değildir. Çünkü keyfi olarak kılınmayan
namazın kazasından ne Kur’ân ne de Hz. Peygamber söz etmektedir.
Dolayısıyla tüm bu hakikatlere rağmen hâlâ yanlış bir düşünceyi “din” ya
da “içtihat” diye insanlara anlatmak, “özellikle
kandil gecelerinde bol bol kaza namazı kılınması tavsiyesiyle” problemli bir
algıyı saf zihinlere yerleştirmeye devam etmek çok büyük bir vebali
üstlenmek demektir. Bunu yapanların ateşten gömlek giydiklerini ve insanları
yanlış bilgilendirmenin vebalinden kurtulamayacaklarını bilmeleri gerekir. Bize
düşen görev, apaçık bir uyarıdır ve böyle yapanları yanlıştan vazgeçirmeye
çalışmaktır.
Çünkü Yüce Allah, Nisâ Suresi 101 ve 102. âyetlerde “savaş esnasında” bile cemaatle
namazın nasıl kılınacağını çok detaylı anlatmıştır. Görüldüğü üzere “savaş esnasında bile” namazın kılınmasını emreden bir
dinin “keyfî olarak terk edilen namazın kazasından söz etmesi” hiçbir şekilde
düşünülemez.
Şu âyetleri birlikte okuyalım:
“Yeryüzünde [sefere]
çıktığınızda, hakikati inkâra şartlanmış olanların âniden üzerinize
saldırmasından korkarsanız
namazlarınızı kısaltmanız günah
olmaz: Çünkü o hakikati inkâr edenler sizin apaçık düşmanlarınızdır. O halde
sen mü’minler arasında iken
onlara namazda imamlık yapacaksan, [yalnızca] bir bölümünün, silahlarını
kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Onlar namazlarını
bitirdikten sonra namazlarını eda etmemiş olan diğer grubun her türlü tehlikeye
karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip seninle namaza
durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar; [çünkü] hakikati inkâra
şartlanmış olanlar sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı
isterler ki âni bir baskınla üzerinize saldırabilsinler. Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya
düşerseniz yahut hasta
iseniz [namaz kılarken] silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur; ama
tehlikeye karşı [daima] hazırlıklı olun. Allah, şüphesiz, hakikati inkâr
edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
Mezkûr âyetlerdeki bu kadar ayrıntılı açıklamalara rağmen, hâlâ bu
uyarıları göz ardı ederek “kasten namazı terk edenlere” iyilik ettiklerini
zannederek “keyfi olarak kılınmayan namazın kazası olduğunu intibaını”
uyandıran, böyle sakat bir anlayışı savunan, böyle yanlış bir algının oluşumuna
ve devamına sebebiyet verenler İslâm’a zarar verdiklerini çok iyi bilmelidir.
Çünkü böyle yapmak Yüce Allah adına konuşarak (ruhbanlık yaparak) O’nu yanlış
tanıtmaktır; O’nun dinini tahrif etmektir; dine olmayan bir şey ilave etmektir.
Öte yandan İmam Şafiî’nin kaza namazı konusundaki fetvasını/görüşünü de
saptırarak kendi yanlışlarına dayanak yapan ve onun adını istismar edenler de
kul hakkı ihlali yapmışlardır. Çünkü İmam Şafiî, “keyfi olarak terkedilen namazı” kast ederek “o hükmü” vermemiş,
tam aksine yukarıdaki dört durumdan biri olduğunda “ecelin her an gelebileceği
ihtimaline binaen” sünnet namazları terk ederek derhal “o farz namazların kaza edilmesi gerektiğini”
söylemiştir. Ancak ne acıdır ki hem geçmişte hem de günümüzde onun verdiği bu
fetvayı kendilerine siper yapanlar, “keyfi
olarak terkedilen namazların da kazası olduğu sakat düşüncesini/zannını/iddiasını”
İmam Şafiî’nin mezkûr fetvasına dayandırmakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir.
Bu itibarla, İmam Şafiî’nin iyi niyetli uyarısını göz ardı ederek “mezkûr dört durumda kaza namazının
olabileceğini, bunun dışında keyfi olarak namazı kazaya bırakmanın söz konusu
olmadığını söyleyerek genç nesilleri doğru bilgilendirmek yerine” bir
büyük yanlışın devamına neden olmak ciddi vebaldir.
Bu zamana kadar devam eden yanlış bir uygulamayı derhal durdurup işin
doğrusunu ortaya koymak ve ümmete dinin doğru, sahih, güvenilir ve sağlam
bilgisini vermek yerine, hâlâ “keyfi olarak terkedilen namazların kazasının
olabileceği zannını/algısını” uyandırmaya ve yaymaya devam etmek son derece
yanlıştır/sakattır.
Bu gibi kimseler iyi niyetle kendilerini uyaranlara teşekkür etmek yerine
bu gerçeğe kulaklarını tıkar, kendilerini uyaranları toplumun gözünden düşürmek
için “Adama bak! ‘Kaza namazı yok!’ diyor” diyerek yanlış tanıtmaya ve
değersizleştirmeye çalışırlarsa bu da hamakatın bir başka çeşidi olacaktır.
Bu açık gerçeği çarpıtmak yerine “adam gibi” kıvırtmadan dosdoğru bir
şekilde “Bu âlim, dört yerde kaza namazı var! Ancak keyfi olarak namazı
kazaya bırakmak yok! diyor” demek daha erdemlice bir davranış olmaz mıdır?
Çünkü farklı fikri savunanı doğru tanıtmayarak onun haklarını ihlal
etmek, onu itibarsızlaştırmak, onu yaftalamak, onunla helalleşmeden bu dünyadan
ayrılıp gitmek, kıyamet günü müflislerden olma sonucunu doğuracaktır. Zira
yalan söylemek, iftira atmak, yalancı şahitlik etmek, gerçeği çarpıtmak,
gerçeğin bir kısmını söyleyip diğer kısmını söylememek büyük günahlar
cümlesindendir ve bu apaçık kul hakkı ihlalidir. Nitekim Kur’ân; “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır
işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse
onun cezasını görecektir”[1] derken bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak, “Kaza namazı yoktur” ile “Keyfi olarak namazı
kazaya bırakmak yoktur” cümleleri arasındaki
farkı çok iyi anlamak gerekir. Kaza namazı dört durumda vardır. “Keyfi
olarak/kasten/ileride kılarım” diyerek namazı terk etmek asla yoktur. Geçmişte
bu hatayı “bilmeksizin” yaparak namazlarını zamanında kılmayan ve şimdi kaza
etmeye başlayanların durumu ise apayrı bir konudur. Böyle bir “kaza namazı”nın “olup olamayacağı” ayrıca
değerlendirilmeli, elma ile armutlar birbirine karıştırılmadan konular
tartışılmalı ve bir çözüme kavuşturulmalıdır. Ancak kesin olan bir şey vardır
ki o da şudur: “Kur’ân, kaza namazından
söz etmemekte, savaş esnasında bile cemaatle namazın nasıl kılınacağını en ince
ayrıntısına varıncaya kadar tarif etmektedir.” Sahih sünnete göre ise “dört
zaruri durum” olduğunda kaza namazı uygulaması devreye girmektedir. Dolayısıyla
“keyfi olarak namazı terk edenler ile böyle yapanlara kaza namazı
kılabileceklerini söyleyenler” dayanaksız, temelsiz, indî ve keyfî konuşmakta
ve hüsnü kuruntularla birbirlerini uyutmaya ve avutmaya devam etmektedir.
(19.12.2014)
Yorumlar
Yorum Gönder