İcmâ ve Kolektif Şuur (246)
İslâm, istişareye, fikir teatisine, alternatif düşüncelere her zaman önem
vermiş, sevâd-ı azam da “kolektif şuurla” ittifak etmiş, uygun olmayan sübjektif/keyfî/indî
düşünceleri dışlamıştır. Bir başka ifadeyle ümmet “genellikle” adalet üzerinde ittifak etmiş,
ama dalâlet üzerinde icma etmemiştir. (Bu arada cümledeki “genellikle”
ifadesinin altını çiziyorum)
Bununla
birlikte zaman zaman ümmetin çoğunluğunun da eksik bilgi, hatalı yorum,
maksatlı yönlendirme ve yanlış yaklaşımlar nedeniyle bazı konularda
yanılabilmesi mümkündür. Yani, ümmetin de yanılma ihtimali her zaman vardır. Bu
husus daima göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer öyle olmasaydı Yüce Allah’ın
gönderdiği şu ayetlerin hiçbir anlamı kalmazdı:
“Ey İnsanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz, ama O, hiçbir şeye muhtaç
değildir ve hamd O'na mahsustur. O
dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu
yapmak Allah'a zor değildir.”[1]
“Ve yalnızca Rabbindir kendi kendine yeterli, sınırsız merhamet
sahibi. O, dilerse siz[in varlığınız]a
son verebilir ve daha sonra dilediğini sizin yerinize geçirebilir, tıpkı
sizi başka insanların soyundan var ettiği gibi.”[2]
Bu itibarla dalâlete düşüp dinden dönme tehlikesi kıyamete kadar “herkes
için” her zaman söz konusudur. Bu nedenledir ki, Allah Teâlâ; “Eğer kim İslâm’dan döner ve sapıklığı tercih
ederse, O’nun sevdiği ve O’nu seven mü’minlere karşı alçak gönüllü, hakikat
inkârcılarına karşı onurlu, Allah yolunda üstün çaba gösteren ve kınayanların
kınamasından korkmayan bir toplum getireceğini”[3] ifade
etmektedir.
Bu ayette “toplum”
kelimesinin kullanılması oldukça önemlidir. Zira âyet, el-Enfâl 8/53 ve er-Ra’d
11/13 ayetleriyle birlikte değerlendirildiğinde topluma yüklenen ödev ve
sorumluluklar çok daha iyi anlaşılır. Çünkü
müslüman olmak, sorumluluk almak demektir. Yani; bu ayete göre
toplumun veya ümmetin tamamının olmasa da büyük çoğunluğunun dalâleti tercih
etmesi imkân dâhilindedir. Dolayısıyla ümmete böyle bir güvence/yanılmazlık/ ayrıcalık/imtiyaz
verilmemiştir.
Başka ayetlerde ümmetin Yüce Allah’ın emirlerine karşı gelmesi ve hatada
ısrar etmesi halinde onların yerine “başka bir kavmin getirileceğinin” ifade
edilmiş olması da “bu ümmetin tamamının
yanılıp yanlış kararlar alabileceğinin” delilidir. Şu ayetleri okuyalım:
“(Bakın) eğer [Allah yolunda] savaşa çıkmazsanız, sizi çok çetin bir
azapla cezalandırıp yerinize başka bir
topluluk getirir ki böyle yapmasında O'na hiçbir şekilde engel olamazsınız: çünkü
Allah'ın, her şeyi irade ve takdir etmeye gücü yeter.”[4]
“Bakın, [ey mü’minler] sizler Allah yolunda sınırsızca harcama yapmaya
çağrılıyorsunuz: ama sizin aranızda [bile] cimrice davrananlar var! Ve kim
[Allah yolunda] cimrice davranırsa, sadece kendisine karşı cimrilik yapmış
olur: Çünkü Allah kendi-kendine yeterlidir, hâlbuki siz [O'na] muhtaçsınız ve şayet [O'ndan] yüz çevirirseniz, başka
toplumları sizin yerinize geçirir ve onlar sizin gibi yapmazlar!”[5]
Şu uyarıda mü’minlere yönelik bir mesaj niteliğindedir:
“Gerçek şu ki, insanlar kendi
iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez ve Allah
insanlara [kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak] bir felaket tattıracağı
zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: çünkü onların, kendilerini O'na karşı
koruyabilecek kimseleri yoktur.”[6]
Görüldüğü üzere Yüce Allah, bilerek ve isteyerek günah işleyen kimseleri
uyarmakta ve “eğer kendi içlerindeki şeytanî
sesi etkisiz hale getirmez, şeytanlaşmış insanlarla yollarını ayırmaz,
hidayeti/iyiliği hak eder hâle gelmezlerse, onlara rahmetini ve inayetini nasip
etmeyeceğini” bu şekilde haber vermektedir.
Yani; ümmetin çoğunluğunun da bazı konularda “yanılma ve yanlış kararlar
alma ihtimali” her zaman mevcuttur. Zira yukarıdaki ayetlerin yer aldığı Kur’ân-ı
Kerîm evrenseldir ve hükümleri kıyamete kadar geçerlidir Dolayısıyla bu
ayetlere göre Şia’nın savunduğu “imamın yanılmazlığı/masumiyeti” görüşü ile
Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun savunduğu “ümmetin yanılmazlığı” düşünceleri
yeniden gözden geçirilmelidir. Kısaca “imam” da “ümmet” de her zaman yanılabilir,
bu ihtimal kıyamete kadar söz konusudur.
Diğer taraftan usule uygun yapılmış içtihatları “İcmaa aykırı” diyerek reddetmek de doğru değildir. O içtihadın
hatalı olma ihtimali olsa da doğru olma ihtimali vardır. Zira anlam ve yorum
arasında fark vardır; anlam sabit, yorum ise sübjektiftir. Şartlar ve zaman sürekli
değişeceği için kıyamete kadar “yorum yapma” imkânı mevcuttur. Kimsenin bu
kapıyı kapatması mümkün değildir. İç
tutarlılığa ve sistematiğe sahip içtihadı keyfi gerekçelerle yok saymak doğru
değildir. Merkeze Kur’ân’ın temel ilkelerini alan, çevresinde de sahih sünnet
ve icma’ın olduğu muteber bir içtihat kıyamete kadar gerekli ve zaten olmak
zorundadır.
Nitekim delil, kaynağa götüren rehber demektir. İcma ve kıyas, insanı Kur’ân
ve sünnete götürür. İcma’ın delili, Kur’ân’ın birliği emreden ayetleri, Hz.
Peygamber’in beraberliği tavsiye eden söz ve uygulamaları ve sahâbenin
geliştirdiği yol ve yöntemlerdir. İcma, ümmetin Kur’ân ve sünneti anlamadaki
ortak paydasını temsil eder. Muteber icmaa karşı çıkmak bu iki kaynağa karşı
çıkmak anlamına gelebilir. Yüce Allah her şeye çeşitlilik koyduğu gibi insanlar
arasında da görüş farklılıklarının olmasını mümkün kılmıştır. Ancak bu
farklılık sağlam delile dayanmalı ve uyum/ahenk içinde olmalıdır. Nitekim DNA’nın
yapısında da çeşitlilik vardır ama DNA mükemmel bir uyum içindedir.
Diğer taraftan “son gemi ve sığınak olan İslâm’ı” gelecek nesiller için
korumak görevi mü’minlerin omuzlarındadır. Bu ise sağlam verilerin/bilgilerin
ışığında yapılacak güvenilir içtihatlarla ve kolektif şuurla mümkün olabilir.
Nitekim kolektif şuur, sadece müçtehitlerin bir araya geldiği ve yaptığı değil,
ümmetin üzerinde ittifak ettiği husustur ve spontane gelişir. Müçtehitlerin bir
konudaki görüşlerinin bir araya toplanmasıyla ve ümmetin ortak kabulüyle gerçekleşir.
Bu bakımdan icma, müslümanları Kitap ve sünnete götüren ana yoldur.
Birlik ve ortak hareket ediştir. Günümüzde uluslararası arenada müslümanların
gösterdiği parçalanmışlığın/ dağınıklığın hoş görülmesi ve onaylanması mümkün
değildir. Bu itibarla, dünyanın herhangi
bir yerinde inancı ne olursa olsun bir insan ağlıyorsa, yaşam hakkı, din ve
vicdan özgürlüğü tehdit altındaysa, İslâm ümmetin bu sorunu çözmesi boyunlarının
borcudur.
Özetle;
İçtihat kapısı sonuna kadar açıktır. Hiçbir kimsenin bunu kapatabilmesi
mümkün değildir. Uzman âlimler zaman zaman belli konuları müzakere etmek için
bir araya gelmeli, kurumsallaşma olmalı ve kaliteli düşünce kuruluşları faaliyetlerine
aralıksız devam etmelidir. Uzman kişiler, bir araya gelerek icmalarıyla topluma
önderlik yapmalıdır. Stratejik yol haritaları belirlenmelidir. Zira ümmet
olmanın bir vasfı da bölünmemek ve parçalanmamak, ortak noktalarla buluşmak ve birlikte
hareket etmektir. Şurası da bir gerçektir ki, “kendi iradesine sahip çıkmayan
bir toplum” icmada da asla başarılı olamaz.
Adalet olmazsa icma olmaz. Adaletsiz bir ülke ise ayakta kalamaz. Böyle
ülkeler bölünür ve parçalanır. Dolayısıyla ülkede ve tüm dünyada adaleti tesis
etme görevi mü’minlerin omuzlarına yüklenmiştir.
Batılıların geliştirdikleri bazı sistem, kavram, paradigma, vs. doğrudan
alıp uygulamak yerine bunlar öncelikle İslâm’ın evrensel ilkelerine, toplumun
örf, adet ve kültürüne uygun hale getirilmelidir.
Elitlerin, liberallerin, kapitalistlerin, materyalistlerin, pozitivistlerin
vs. sesinden ziyade halkın sesine kulak verilmeli, “doğru kaynaklardan beslenmiş
çoğunluğun tercihleri” mutlaka dikkate alınmalıdır.
Müslümanların arkada zayıf bir ümmet bırakmaları vebaldir. Bunun sorumluluğu
büyüktür. Bir icma nesli yetiştirmek için bugün tohumlar toprakla buluşmalı,
bunlar sulanmalı, beslenmeli ve çok iyi yetiştirilmelidir.
Elbette
âlimlerin fikir düzeyinde ihtilafı rahmettir. Bu bakımdan ihtilaf (sağlam
delile dayalı farklı görüşler) ayrılık sebebi olmamalıdır.
Diğer
taraftan iddianın aksine mezhepler aramıza ayrılık tohumları ekmemiştir. Mezhepler
vardır ve olmalıdır; ancak olmaması gereken mezhep taassubu ve mezhepçiliktir.
Sonuç
olarak, ümmetin çoğunluğu bazı konularda yanılabilir, yanlış
yönlendirmeler sonucu ümmet yanlış kararlar alabilir, yanlış kişileri
destekleyebilir, bilmeksizin onların peşinden gidebilir. Dolayısıyla yapılması
gereken, her zaman Kur’ân ve sahih sünnetin ilkelerine sahip çıkmak, iç
tutarlılığa ve sistematiğe sahip içtihadı ve icma’ı desteklemektir. Bu bakımdan
merkezde Kur’ân’ın olduğu, çevresinde de sahih sünnet ve sağlam icma’ın yer
aldığı güvenilir içtihat kıyamete kadar olmak ve ehlince yapılmak zorundadır. (17.05.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder