Hz. Peygamber’in Sünneti Deyince Anlaşılması Gereken Nedir? (308)
Sünnet, Hz. Peygamber’in yaşam tarzı ve onun sürekli yaptığı davranışlardır.
Nitekim sünnet kelimesi sözlükte “yol” ve “gidişat” anlamlarına gelmektedir.
Yani sünnet, “ara sıra ve gelişigüzel yapılan davranışları değil, âdet
niteliğinde, devamlı ve sürekli, aynı zamanda bilinçli davranışları” ifade
eder.
Bununla birlikte her İslâmî disiplin kendi
açısından bir sünnet tanımı yapmış ve bunu yaparken de kendi döneminin şart ve
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Hadisçilere göre sünnet “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri”;
Fıkıhçılara göre “Hz. Peygamber’in farz
ve vacip dışında yaptığı şeyler”;
Usûl-ü fıkıhçılara göre “Hz.
Peygamber’in Kur’ân dışında getirdiği hükümler”; Kelâmcılara göre ise “bid’atin karşıtı olan şeyler”dir.
Oysa Hz. Peygamber’in sünneti bu tanımlamalara
sığmayacak kadar önemli bir kavramdır ve hayatın her alanını kuşatır. Çünkü sünnet doğru tanımlanamadığı takdirde
mü’minlerin Hz. Peygamber’i doğru anlaması ve onu örnek alması imkânsız hâle
gelir. Bu itibarla çağın değişen şart ve ihtiyaçlarına göre sünneti
yeniden tanımlamak ve yorumlamak kaçınılmazdır. Dolayısıyla sünneti “Hz.
Peygamber’in örnekliğinden ilham alınarak çizilen yol ve belirlenen rota”
şeklinde ifade etmek mümkündür. Sünnet, Hz.
Peygamber’in her yaptığı değil “peygamber sıfatıyla yaptığı” ve mü’minlerden de
yapılmasını istediği fiillerdir. Bu nedenle onun yaptığı her şeyi veya
söylediği her sözü sünnet zannetmek ciddi sıkıntılara yol açabilir. Daha
anlaşılır olması için bazı örnekler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.
Mesela halı veya kilim üzerinde çorapla namaz
kılmak sünnetken, peygamber zamanında olduğu gibi “toprak zeminde ve
ayakkabıyla namaz kılmayı savunmak” sünnet değildir.
Uçakla veya hızlı trenle hacca gitmek sünnetken,
ille de “deve ile hacca gitmeyi savunmak” ve insanlara bunu dayatmak sünnet
değildir.
Ezan okunurken “sesi en uzağa ulaştırmak için”
mikrofon ve hoparlör kullanmak sünnetken, ille de “mikrofonsuz ve çıplak sesle
ezan okumayı önermek” ya da “minareye çıkarak ezan okumayı savunmak”, ısrarla
bunun sünnet olduğunu söylemek doğru değildir.
Yemeğe besmeleyle başlamak ve sağ el ile yemek
yemek sünnetken, “kaşık kullanmadan üç parmakla veya sadece elle yemek” sünnet
değildir. Zira o tarz bir yemek yeme kültürü Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu
sosyal çevrenin bir örfü/âdetidir.
Nitekim dünyada
yemek yemek için üç türlü yöntemden söz edilmektedir. Doğrudan elleriyle yemek
yiyenler insanlığın yüzde 40’ını oluşturmaktayken, çatal, kaşık ve bıçakla
yemek yiyenler yüzde 30’unu ve çubuklarla yemek yiyenler ise diğer yüzde 30’nu
oluşturmaktadır. Çubukların memleketi Çin’de “Kuai Zi” adı verilen bu iki ince
çubuğu iyi kullanabilmek için zamana ve çabaya ihtiyaç vardır. Çinlilerin çubuk
kullanmadaki ustalıkları yabancıların dikkatini çekmektedir. Bazı tıp uzmanları
çubukları kullanırken insan vücudunda 30’dan fazla eklemin ve 50’den fazla
kasın harekete geçtiğini, çubuk kullanmanın parmakların çevikliğine ve beynin
gelişmesine son derece faydalı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla eğer son peygamber Çin’den çıksaydı, bu tür sünnet anlayışını
savunanlara göre “çubukla yemek yemeyi sünnet olarak dayatmak” gerekecekti.
Oysa Hz. Peygamber’in örfen yaptığı bazı uygulamaları sünnet olarak
değerlendirmek isabetli değildir.
Aynı şekilde kendi örf, adet ve geleneklerine göre
hazırlanmış tesettüre uygun kıyafetler giymek sünnetken, ille de her kadına
“çarşaf veya ferace”, erkeğe de “sarık, şalvar ve cübbe” giymeyi dayatmak
sünnet değildir. Zira en son peygamber
eğer Eskimoların arasından çıksaydı tüm müslümanlara “Eskimoların kıyafetlerine
benzer elbiseler giymeyi sünnetin bir gereği olarak dayatmak” gerekecekti. Dolayısıyla belli bir kıyafeti sünnet olarak dayatmak yerine
her coğrafyada yaşayan insanlara “o bölgenin iklimine, örf, âdet ve
geleneklerine uygun” ancak “tesettürü sağlayan/gerçekleştiren” kıyafetler
giymeleri gerektiğini söylemek sünnetin ta kendisidir.
Yine fakirlere ve dilencilere sadaka vermekle
yetinmeyi veya onlara maddî yardım sağlamayı sünnet zannetmek doğru değilken, onları fakirlikten kurtaracak projeler
gerçekleştirmek, balık tutmayı öğretmek, mesleki ehliyet kursları
düzenlemek, girişimciliği özendirmek, yeni istihdam alanları oluşturmak,
üretimi artırmak, kaliteye ve markaya yatırımlar yapmak ve tüm dünyaya bu
malları ihraç edecek ortamlar oluşturmak sünnettir. Yoksa hâlâ işi sadaka boyutunda
bırakmak, palyatif tedbirlerle oyalanmak, böyle bir anlayışı savunmak, “Fakirsin
fakir kal! İşçisin işçi kal” zihniyetini savunanların ekmeğine yağ sürmek
olacaktır ki bu da sünneti doğru anlamamak olarak değerlendirilebilir. Elbette
sadaka vardır ve ihtiyaç sahiplerine de verilmelidir. Ancak sünnet olan “balık vermek değil, balık tutmayı
öğretmektir.” (Bu aradaki ince farkı fark edemeyerek bu satırların
yazarını sadaka vermeye karşı biri gibi tanıtmak ciddi bir kul hakkı ihlalidir
ve hamakattır.) Çünkü sünnet,
eylemlerin şeklinden ziyade onlara hayat veren özü, ilkeyi ve ruhu yakalayıp
bunu çağa taşımak ve “Hz. Peygamber gelseydi acaba o bu konuda nasıl
davranırdı” diyerek kendi döneminin ihtiyaçlarına ve problemlerine yeni
çözümler üretmektir.
Aynı şekilde ağız ve diş sağlığı sünnetken ille de
misvakla bunu yapmayı dayatmak sünnet değildir. Elbette misvak kullanmak ilgili bir sürü sahih hadis söz konusudur ve
misvağın pek çok faydası da vardır. Dileyen misvak kullanmaya da devam
edebilir. Ancak misvak kullanmaktaki amaç “ağzın ve dişlerin temiz” tutulmasıdır. O dönemin şartlarında bu
temizlik misvak ile mümkünken bugünün şartlarında “diş fırçası ve macun” ile de
yapılmaktadır. Yani periyodik olarak diş doktoruna gidip dişleri
temizlettirmek, dişlerin sağlığını ve temizliğini muhafaza etmek sünnetin ta
kendisidir. Bu itibarla, modern tıptaki
gelişmeleri dikkate almaksızın İslam ile yeni tanışmış bir Batılı entelektüele
sünnet diyerek ille de misvak kullanmayı dayatmak Hz. Peygamber’in sünnetinin
doğru anlaşılamadığının ve çağa taşınamayacağının bir delili olarak
görülebilir. Kim bilebilir belki de iki asır sonra ağız ve diş sağlığı
başka araçlarla temin edilebilecektir. Dolayısıyla sünnetin “amacının, gayesinin, hedefinin ve maksadının
çok doğru belirlenmiş olması onun çağa taşınmasını” daha da kolay hale
getirebilecektir. Aksi takdirde İslam’ı ve Hz. Peygamber’i insanlığa doğru bir
şekilde tanıtmak mümkün olamayacaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in herhangi bir
konuyu dinî sıfatla yapmış olması o şeyin sünnet olması için yeterli bir neden
değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in bu konuda “açık ve doğrudan bir talepte bulunması ve müslümanlardan da bunu
yapmalarını istemesi” gerekir. Mesela o, ezanın nasıl
okunacağını, namazın nasıl kılınacağını, haccın nasıl yapılacağını göstermiş ve
mü’minlerden de böyle yapmalarını istemiştir. Bu kesin talep, farziyet ifade
ederken isteğe bağlı bir talep söz konusu ise bu takdirde “müstehap veya
nafile” olur. Dolayısıyla Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere sünnet, sadece
farz ve vacip kategorisi dışında kalan nafileleri değil, “farz, vacip, mendup, müstehap, mekruh ve
haram kategorilerini de içeren şemsiye bir kavram”dır. Bu nedenle
sünnetin farz ve vacip dışındaki hükümlere indirgenmesi doğru değildir. Aksi
takdirde Hz. Peygamber’in sünnetinin son derece önemsiz konulara indirgenmesi
ve şekilde/kabukta kalması söz konusu olacaktır ki bu da yanlıştır.
Öte yandan Hz. Peygamber’in sünnetinin “hem bireysel hem toplumsal hem de evrensel
boyutu” vardır. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’ân’ı insanlara iletmekle yetinmemiş,
Medine’de İslam Devleti kurarak misyonuna/sünnetine “toplumsal bir boyut” da
kazandırmıştır. O, Medine’de kurduğu İslam Devleti’nde “adaletsizlik,
eğitimsizlik, fakirlik, işsizlik vs. gibi” konularla ilgilenmiş, hem bir
peygamber hem de devlet başkanı olarak “toplumsal sorunlara” müdahele etmiş ve
çok önemli icraatlarda bulunmuştur.
Ayrıca Hz. Peygamber tüm bunları yeterli görmemiş,
evrensel ölçekte de düşünmüş ve İslam’ın diğer kavimlere/diyarlara da yayılması
için diplomatik mektuplar yazdırmış ve elçilerle bu mektupları o devletlere
göndermiştir. Hz. Peygamber böyle yaparak “temsil ettiği değerlerin tüm
insanlığa kazandırılmasını, uluslararası planda bu değerlerin bilinmesini ve
egemen olmasını” istemiştir. Dolayısıyla onun bu uygulamalarına bakarak
sünnetin “kişisel”, “toplumsal” ve
“evrensel” boyutu olduğu söylenebilir. Bu toplumsal ve evrensel/küresel
misyonu göz ardı ederek onun sünnetini sadece “bireysel” alana hapsetmek,
üstelik “şeklen ona benzemeyi yeterli
görmek” Hz. Peygamber’in sünnetinin/hedeflerinin doğru anlaşılmadığının
bir göstergesidir.
Çünkü sünnet,
Kur’ân ile içiçe ve uyumludur; Kur’ân’ın hayata açılımıdır; Kur’ân’ın bireysel,
toplumsal ve evrensel hayata nasıl aktarılacağını gösteren bir modeldir; nebevî
tefsirdir. İşte bu nedenledir ki Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in ahlâkını “Kur’ân ahlâkı” olarak nitelemiştir.
Nitekim Hz. Peygamber’e “yaşayan Kur’ân” denilmesinin nedeni de budur.
Bu bakımdan dünyadaki müslümanlara düşen görev
Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere Hz. Peygamber’in yaptığının “aynısını” değil, çağın ihtiyaçlarına
göre “benzerini” yapmaktır. Bugünün şartlarına göre onun temsil ettiği
ilke ve hedefleri göz önüne alarak yeni bir yorumla ve yeni bir ruh ile
“toplumsal, bölgesel ve küresel ölçekte zulüm, sömürü, açlık, kıtlık, baskı ve
çevre sorunlarıyla” mücadele etmek ve bunlara yeni çözüm önerileri
geliştirmektir. Bunu yaparken de Hz. Peygamber’in yapıp ettiklerini
kurumsallaştırmak ve bunları en güzel metotla hayata geçirmektir. Zira Kur’ân,
müslümanları; “Siz insanlar için (tarih sahnesine) çıkartılmış en hayırlı
ümmetsiniz”[1] şeklinde tanıtmakta ve onlara çok önemli görevler
yüklemektedir.
Hz. Peygamber, bu misyonun gereğini en güzel
şekilde yerine getirmiş ve görevini tamamlayarak aramızdan ayrılmıştır. Ama onun sünneti doğru bir şekilde
anlaşılmayı ve tüm dünyaya tanıtılmayı beklemektedir. Nitekim Hz.
Peygamber’in sünnetinin toplumsal ve evrensel boyutu göz ardı edilerek
“bireyselliğe” indirgendiği ve sadece onun gibi “iyi bir müslüman olmakla
özdeşleştirildiği” takdirde İslam dünyasının içine düştüğü sıkıntılardan/
buhranlardan kurtulabilmesi ve tüm mazlumların umudu olabilmesi mümkün
olamayacaktır.
“Bireysel boyuta” ilaveten “toplumsal ve evrensel
boyutu” ön plana çıkartmayan tüm mü’minler, “hayırlı ümmet olma vasfından uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya”
kalabileceklerdir. Zira toplumsal ve evrensel planda gerçekleştirilmeyi
bekleyen sünnetleri göz ardı etmek vebaldir. Çünkü İslam, bireysel boyutta yaşanması gereken manevî bir tecrübe
değildir. Her bir müslüman kişisel kurtuluşuyla beraber insanlığın kurtuluşunu
da hedeflemek ve bunun için canıyla ve malıyla mücadele etmek zorundadır.
Bu nedenle müslümanlar, Hz. Peygamber’in sünnetini
tüm dünyaya örnek olacak bir model haline getirebilmek için “akl-ı selime önem
vermek, bu konuda çalışan uzman kimselerin plan ve projelerini desteklemek,
koordineli hareket etmeyi öğrenmek” ve bu büyük ideali gerçekleştirebilmek için
konumuna ve durumuna göre üzerine düşen vazifeyi yapmak zorundadır.
Bu itibarla, “sünnet adına bilenen şeylerin yeniden sorgulanması, doğru bir sünnet
anlayışına sahip olmak için beyin fırtınalarının yapılması” ve Kur’ân’ın
emir ve yasaklarının düşünce, inanç ve davranış olarak hayata geçirilmesi gerekir.
Ancak bu takdirde sünnetin doğru anlaşılması mümkün olabilir.
Sünnetin değerlerinin nasıl ve hangi yolla genç
nesillere aktarılacağı da çok önemli bir görevdir. Çağını tanımayan, sahaya inmeyen, fiilî mücadele vermeyen ve böyle bir
hayali gönlünde taşımayan bir İslam âliminin etkili çözümler üretebilmesi,
ürettiğini insanlara sunabilmesi ve sünneti doğru anlayıp tanıtabilmesi
neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle müslümanlar maddî ve manevî tüm
imkânlarını rasyonel bir planlamayla devreye sokmak ve sünneti doğru tanıtma
çabası içinde olanlara mutlaka destek vermek zorundadır.
Çünkü sünneti ihya etmek demek, Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun örf
ve âdeti gereği kişisel olarak yaptığı bazı uygulamalarının detaylarını olduğu
gibi alıp “tekrarlamak” değildir. Tam aksine Hz. Peygamber’in toplumsal
ve evrensel model oluşturma anlamında insanlığa sunduğu “kalıcı hayat
prensiplerini ve hayatın her alanında uyguladığı Kur’ân’ın ilkelerini” çağın
ihtiyaçlarını da dikkate alarak yeniden inşa ve ihya etmektir.
Müslümanlar 21. yüzyılın şartlarında
yaşadıklarının bilincinde olarak İslâmî değerlerden taviz vermeden, şahsiyetli
bir duruşla, kavgalardan uzak, ürettiği fikir ve projelerle insanlığın
sorunlarına çare olmaya çalışmalıdır. Böyle bir potansiyele sahip İslam
dünyasının hâlâ bu imkânlarını harekete geçirememesi bir eksikliktir.
Kendilerini uyaranlara kulak vermek yerine kulak tıkaması veya onlara
hakaretler yağdırması ise büyük bir hatadır.
Çünkü Yüce Allah, insanlara müslümanlar
aracılığıyla yol göstermeyi dilemektedir. Hz. Peygamber bu aracılığı üstlenmiş
ve aldığı görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Onun vefatından sonra Kur’ân’ı
hayata taşıyacak olan onun ümmetidir. İslam ümmeti Hz. Peygamber’den devraldığı
bu misyonu yerine getirip getiremediğini sorgulamak durumundadır. Kanaatimizce
bu görev şu ana kadar ihmal edilmiş ve gereği tam olarak yerine
getirilememiştir. Bahanelerin arkasına
sığınan ve sünnetin ne olduğunu anlamamakta ısrar edenler kesinlikle sorumlu ve vebal altındadır. Kendilerini
uyaranların söylediklerini anlamaya çalışmak ve onlara teşekkür etmek yerine; “İslam
düşmanı”, “Sünnet düşmanı”, “Hadis düşmanı” diye yaftalamak sefihlerin
başvurduğu basit, ucuz, seviyesiz ve popülist söylemlerdir. Aklı başında
müslümanlara düşen görev, söz konusu haklı uyarıları dikkate almak, körü körüne
yanlışlara alet olmamak ve böyle kimselerle mücadeleye aralıksız devam
etmektir. (12.12.2014)
Yorumlar
Yorum Gönder