Hz. Peygamber ve İnsanlık Onuru (244)
Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah, insanlar arasında herhangi bir ırk, din,
renk ve cinsiyet ayırımı yapmaksızın şöyle buyurmaktadır: “Gerçek
şu ki, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık; karada ve denizde onların
ulaşımını sağladık; temiz besinlerle onları rızıklandırdık ve onları
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün tuttuk.”[1] Bu ayetten de
anlaşılacağı üzere Yüce Allah, yarattığı insanın yeryüzünde onurlu bir yaşam
sürmesini istemektedir.
İnsanoğlu kendisine Yüce Allah tarafından ruh üflendiği ve sonsuz cenneti
kazanma fırsatı “adeta altın tepside sunulduğu/bahşedildiği” için saygındır. O,
varlık âleminin özüdür. Kâinat onun için yaratılmıştır. Bu itibarla İslâm, tüm
insanlığa onurlu bir hayatın nasıl yaşanacağının yollarını göstermek üzere
gönderilmiş son dindir.
İslâm, insanın yaşam hakkı, inanç
hürriyeti, mülkiyet hakkı, seyahat özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği gibi
birçok hak ve özgürlükleri olduğu ifade etmiş ve bunları koyduğu kurallarla
koruma altına almıştır. Peygamberler de bu temel hak ve özgürlüklerin önde
gelen savunucuları olmuş ve yeryüzünde adaleti tesis etmek için çalışmışlardır.
Hz. Muhammed de aynı görevi üstlenmiş, insanlık onurunu düştüğü yerden ayağa
kaldırmak için gelmiş, Câhiliye dönemini kapatmış, Medine’de tüm insanlığa
medeniyeti öğretmiş ve Asr-ı saadet diye bilenen o parlak dönemi yaşatarak tüm
dünyaya model/örnek/rehber olmuştur.
İnsaniyet denince akla, onur, izzet, şeref, haysiyet, hak, hukuk ve
hürriyet gelir. Bu değerlerin göz ardı edildiği yerde insanlıktan söz edilemez.
Zira bunlar insanı diğer canlılardan ayırır. Bu itibarla “insan onuru” denilince
insana ait, onu diğer canlılardan ayıran ve farklı kılan temel özellikler akla
gelir. İlk insanın dünyaya gelişinden itibaren bu değerler vardır ve bunlar
kıyamete kadar geçerlidir.
Onur/şeref, değerli ve erdemli olma hâlidir. Onur, kişinin kendisinde
bulunduğunu kabul ettiği öz değerdir. Başkalarının kendisine duyduğu saygının
dayandığı kişisel değerdir. Bu nedenle bir insan kendine saygı duymazsa,
başkaları da ona saygı duymaz.
Tekrar ifade edelim ki, Allah Teâlâ insanoğluna değer vermiş, onun
şerefinin korunması için her türlü tedbiri önceden almıştır. Nitekim İslâm
ırkçılık yapmayı, ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi asla kabul etmemiş, haksız ve
hukuksuz yere yapılan savaşları yasaklamış, işkence ve terörün karşısında olmuştur.
İslâm, gelir dağılımının adaletle yapılmasını emretmiş, çalışıp üretmeyi teşvik
etmiş, hasta, engelli ve bakıma muhtaç olanların korunmasını istemiştir. Tüm
bunlar insan onuruna verilen değeri gösterir.
İslâm, insanların mal varlıklarının, yer altı ve yer üstü
zenginliklerinin, emeklerinin ve duygularının sömürülmesini kesinlikle
yasaklamıştır.
İslâm, eğitim eşitsizliğinin, emeğe saygısızlık yapılmasının karşısında
olmuş, hak edene hak ettiği ücretin zamanında ve eksiksiz ödenmesini emretmiştir.
İslâm, her türlü istismarı, insanlık dışı muameleyi ve iffetsizce yapılan
işleri yasaklamış bunları engellemek için bütün tedbirleri önceden almıştır.
İslâm, insanın yaşam hakkına saygı göstermiş ve kürtajı da yasaklamıştır.
Hiçbir anne-babanın, kocanın veya bir başkasının keyfi bir kararla hamile bir
kadınının kürtaj yaptırmasını talep etme hakkı olmadığını ifade etmiştir. Zira
dokuz ay on gün sonra dünyaya insan olarak geleceği kesin “ceninin yaşam hakkı
ve onuru” vardır. Kimse onun hayat hakkını keyfi bir kararla elinden alamaz;
bunu yapan İslâm’a göre cinayet işlemiş sayılır; kürtajı savunan da bu vahşi
cinayette suç ortağıdır.
İslâm, açlık ve kıtlıkla boğuşan mağdur, fakir ve muhtaç insanlara yardım
elinin uzatılmasını emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, varlıklı insanları fakirlere
yardım edip etmeme konusunda imtihan etmektedir. Bu bakımdan onurlu bir şekilde
açlık ve kıtlığa sabredenlere ve böylelerine yardım elini uzatanlara mükâfatlar
vardır.
Yüce Allah, onurlu bir yaşam için insanların ihtiyacı olan her türlü şeyi
önceden planlamış, insanlığa kitap ve peygamber göndermek suretiyle neyi,
nerede ve nasıl arayıp bulacaklarını öğretmiştir. Gerçekleri araması ve bulması
için de akıl ve irade vermiştir. Aklını kullanmayan ve onursuz bir yaşamı seçen
kişinin “ahiret gününde” kaybedeceğini bildirmiştir. Bu bakımdan insan hiçbir
mazeretin arkasına sığınamaz. Zira önünde kendisi gibi insan olan model bir peygamber
vardır. Onun söz ve davranışlarının büyük bir kısmı hem “yazılı kaynaklar” hem
de asırlardır devam eden “yaşayan sünnet/gelenek” vasıtasıyla ulaşmıştır.
Kimsenin “Benim bunlardan haberim yoktu”
demesi mümkün değildir.
Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde on binlerce insana hitap etmiş, insanların
canlarının, mallarının ve ırzlarının değerli olduğunu söylemiştir. Herkesin
insanlık onurunun ve kişilik değerlerinin dokunulmaz olduğunu bildirmiştir.
Yaşam ve mülkiyet hakkından, manevi kişiliğine varıncaya kadar her türlü
kişilik haklarını güvence altına almıştır. Mesela Veda Hutbesi’nde Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz şu
beldeniz (Mekke), şu ayınız (hac), şu gününüz (arefe) nasıl haramsa (saygıya
layıksa), kanlarınız ve mallarınız da birbirinize haramdır. (Her türlü
tecavüzden korunmuştur).”[2] Dolayısıyla
Veda Hutbesi, insan onurunu, temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan bir
manifesto hükmündedir.
İslâm ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber müslümanların sadece birbirlerinin
canına ve malına değil, kişilik onurlarına da saygı gösterilmesini ve
korunmasını emretmiştir. İnsanlık onuru açısından bakıldığında gerek Kur’ân-ı
Kerîm’de gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde insana ve insan onuruna zarar
vermesi muhtemel hususlar kesin bir dille yasaklanmıştır. Unutulmamalıdır ki Yüce
Allah, insanların rengine, ırkına, mal ve mülküne, engelli olup olmadığına değil
imanına, salih amellerine, dürüstlüğüne ve samimiyetine bakacaktır.
Hz. Muhammed sadece müslümanlara değil, tüm insanlığa gönderilen son
peygamberdir. O bütün âlemlere (toplumlara) rahmettir.[3] Onun
gayesi insanlığın Allah tasavvurunu yeniden inşa etmek ve gönülleri Allah ile
buluşturmaktır. Bu nedenle o, insanlar arasında ayrım yapmamış, müslüman olsun
olmasın, kadın-erkek, büyük-küçük, zengin-fakir, köle-efendi herkese merhametle
davranmış, insanın onur ve haysiyetine çok büyük önem vermiştir. O, fertlerin,
birbirlerinin hak ve hukukuna son derece riayet etmelerini, insanlık onurunu
ayaklar altına almamaları istemiştir.
İslâm, insanlık tarihinin yüz karası olan ve akla ve mantığa sığmayan kız
çocuklarının sadece kız olmalarından dolayı diri diri toprağa gömülmesini
yasaklanmıştır. Böylece büyük bir katliamın önüne geçmiş, insanlık onurunun ayaklar
altına alınmasını engellemiştir.
Hz. Peygamber, insanların bir eşya gibi alınıp satılmasını ortadan
kaldıracak prensipler getirmiş, “Tüm insanlar bir tarağın dişleri gibi
eşittir; üstünlük ancak takva iledir” diyerek insanların eşitliğine ve onuruna dikkat çekmiştir. Bu nedenledir
ki, İslâm’a gönül verenlerin ilki “bir köle olan Bilal-i Habeşî”
olmuştur.
İnsanoğlu, Yüce Allah’ın en güzel eseri olması bakımından değerlidir. Her
insan, insanlığın onurlu bir ferdi olarak toplumda yer almak ve bu şekilde
tanınmak ister. Her inancın ve dünya görüşünün, kendi değer yargılarına göre
bir şeref ölçüsü vardır. Kimi, mal, mülk ve servetle, kimi şöhretle, kimi üst
düzey makamla, kimi kariyerle, kimi ailesi, memleketi ve ırkı ile kimi de
inancı ve inancına uygun bir yaşam tarzıyla onurlanmak ister. Ancak bu konuda
İslâm’ın ortaya koyduğu temel prensip evrenseldir ve çağlar ötesine de hitap eder.
İslâm’a göre bir insanı onurlu
yapan “onun çabalarıyla ortaya koyduğu erdemli söz, fiil ve davranışlardır.” Şeref/onur
soy, sop, ırk, renk ile elde edilmez. Bütün bunlar izafi ve gelip geçicidir.
Zira bunlar insanın kendi kazanımları sonucu değil doğuştan gelen şeylerdir. Ayrıca
makam, mevki, rütbe, para, servet, mal
ve mülk gibi gelip geçici şeylerle övünmek ve bunu üstünlük vesilesi
görmek de doğru değildir. Bir insan, insanlığın yararına ürettikleri, icatları,
keşifleri, sağlam kişiliği, ahlakı, samimiyeti ve diğer insanlara karşı
gösterdiği tavır ve davranışlarıyla değer/onur kazanır. İnsan onurunu “soy,
sop, fizikî güzellik, kabile, aşiret veya servetinden” elde etmez.
Hz. Peygamber nazarında tüm insanlar değerlidir. O, insanların rengine,
makamına, ırkına, fakir veya engelli olup olmadığına bakmamış, bizatihi insana “insan
olarak” değer vermiş ve tüm insanların Allah’ı bilmeleri ve tanımaları için
uğraşmıştır. Çünkü insanı Allah katında onurlu ve değerli kılan şey, Yüce
Allah’a olan imanı, teslimiyeti ve samimiyetidir. Zira onur/izzet/şeref, ancak
ve ancak Yüce Allah, O’nun Rasûlü ve muttaki mü’minler iledir.[4]
Hz. Peygamber, muhatap olduğu her insanla yakından ilgilenmiş, onlara
değerli olduklarını hissettirmiştir. Sahâbenin sıradan gördüğü bir şahsın onun
yanında mutlaka bir değeri olmuştur. Allah Rasulü, Mescid-i Nebevî’yi gönüllü
olarak temizleyen yaşlı bir hanımı birkaç gün göremeyince nerede olduğunu
sormuş, vefat ettiğini duyunca, “Bana haber
vermeniz gerekmez miydi?[5] diyerek
sitemini dile getirmiş ve gidip o hanımın mezarının başında dua etmiştir.
Hz. Peygamber sadece arkadaşlarına karşı değil, başka din mensuplarına da
saygılı davranmıştır. Bir seferinde Allah Resulü ashabıyla birlikte açık alanda
otururken yanlarından bir cenaze geçmiştir. Allah Resulü ayağa kalkmış, bunun
üzerine bir sahâbî; “Ama ya Resulallah!
O bir yahudi cenazesiydi, deyince Peygamberimiz: ‘Olsun o da bir insan değil
miydi’?[6] demiştir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, insana
insan olduğu için saygı göstermiştir. Bu bakımdan insana insan olduğu için
değer vermek de ahlâkî bir erdemdir. Zira insanlara saygılı olan kişi herkesten
saygı görür.
Dinî değerlerden uzak, maneviyat ile bağını koparmış felsefe ve ideolojiler
bu zamana kadar insana hak ettiği onuru ve değeri verememiştir. Çünkü bu tür
sistemler maddeyi öncelemiş, maneviyatı yok saymış ve insanı daha da değersiz
hale getirmiştir. İnsan onurunu göz ardı eden, bireyselliği körükleyen, fakiri
daha fakir, zengini daha zengin yapan, düşeni ezen, sömürüye kapı aralayan tüm sistemler
insanlara mutluluk getirememiştir. Her şeyi maddiyat olarak gören bencil,
egoist, çıkarcı kimselerin ürettikleri beşerî modeller insanlık onurunu ayıklar
altına almış ve insanı insanca yaşatamamıştır.
Bu itibarla Hz. Peygamber’in insanlığa onur katma mücadelesi ve insana
bakışı doğru anlaşılmalıdır. İnsanlığı içine düştüğü sıkıntı ve problemlerden
Hz. Peygamber’in örnekliği ve rehberliği kurtaracaktır. Zedelenen insanlık
onurunun tekrar hak ettiği konuma yükseltilmesi ve özlemle beklenen günlerin
gelmesi ancak Kur’ân’a ve sahih sünnetin ilkelerine ittibâ etmekle mümkün
olacaktır.
Günümüzde dünyanın pek çok yerinde insanlık onuru ayaklar altına
alınırken bunları sadece seyretmek ve hiçbir şey yapmadan kan ve gözyaşının
akmasını beklemek, kendi menfaatleri gereği savaş kışkırtıcılığı yapmak, daha
çok silah satmak için barış görüşmelerini sabote etmek ve ayrılıkları
körüklemek yanlıştır. Şeref yoksunu
insanların böyle yapmaları karşısında şeref sahibi insanların da seslerini
yükseltmeleri elzemdir.
Sonuç olarak, Suriye’de, Irak’ta, Somali’de, Mali’de, Filistin’de, Doğu
Türkistan’da, Myanmar’da, Arakan’da, Yemen’de ve başka coğrafyalarda insanlık
onuru zedelenirken bir müslümanın evinde keyif içinde oturması, mazlumlara bir
duayı bile çok görmesi düşünülemez. Dolayısıyla insanlık onuruna sahip çıkan
bir mü’min hiç olmazsa/en azından kalbiyle bu kötülüğü onaylamaz. Bu zulümleri
engellemek için çaba sarf eder veya gayret edenlere destek olur. Zira mazluma
destek olmak tüm müslümanların öncelikli görevidir.[7] İnsana
insan olduğu için değer vermek ahlâkî bir erdemdir. Her mü’min, bu erdemi
kişiliğinin bir parçası haline getirmek zorundadır. (19.04.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder