Bir Âlimin Muhalif Duruşu! (247)
İslâm kültür ve medeniyetinin oluşumunda ve kalıcı hale gelmesinde her
zaman âlimler, ârifler, hakîm insanlar ve
münevverler büyük rol oynamıştır. Bunlar daima Kur’ân ve sünnetin temel
ilkelerini referans almışlardır. Tarih boyunca gerçek İslâm âlimleri hem halkın
hem de yöneticilerin yanında olmuş, fildişi kulelerinden ahkâm kesmemiş, yapılan
iyiliklere destek, kötülüklere de düşünce ve fikirleriyle engel olmaya
çalışmışlardır. Batılı demokrasilerde olduğu gibi “muhalif ve sivil bir duruş”
diyerek kötülüğe destek, iyiliğe de engel olmamışlardır.
Günümüzde batılı kavramlarla düşünen, konuşan ve yazan kimi “sözde aydınlar”
İslâm’dan habersiz “muhalif olmak adına” her türlü “hayırlı faaliyete” de karşı
çıkmaktadır. Kanaatimizce yapılan her güzel işte bir eksiklik aramak, noksanlık
olmadığı halde varmış gibi göstermek, “muhalefet etme adına” güzel gelişmelere engel
olmak “sivil bir duruş” değil “niyeti bozukluktur” ve kötü bir yaklaşımdır.
Farklı düşünen bir muhalif iyiye
iyi, kötüye de kötü diyebilmelidir. Çıkarı için tersini söyleyen/yapan
İslâm’a göre yanlış iş yapmış olur. Aklını kullanmayan, duygularının esiri olan,
inatla yanlışı savunan kimse hata eder. Böyle birinin insanlara güven verebilmesi
de mümkün değildir.
Toplumdaki her bir fert ülkede var olan meşru
anayasa ve yasalara uymak zorundadır. Hukuk devleti olmanın gereği budur. İslâm,
hem yöneticilerin hem de halkın konulan kurallara uymasını emreder. Yöneticiler
kanunlara uydukça toplum da onlara itaat etmekle yükümlüdür.
Muhalif olma adına konulan kurallara karşı
gelmek, özgürlük diyerek başkalarının hürriyetlerini kısıtlamak, yaşamlarını tehlikeye
atmak hiçbir zaman kabul edilemez.
Mesela toplumun
huzurunu düşünmeksizin kamuya açık alanlarda (parklarda, kaldırımlarda, cami
avlusunda) içki içme özgürlüğünü savunan, gürültü yaparak toplumu rahatsız
edenlere arka çıkan ve sarhoşken araba kullanıp insanları öldürenleri özgürlük kılıfının
arkasına saklanarak savunan kimse büyük bir yanlış yapmaktadır. Böyle birisi
bir gün sarhoşun sürdüğü bir arabanın altında feci şekilde can verebilir. Bu bakımdan körü körüne yanlışı desteklemek doğru değildir.
Bunu yapanların vicdanlarının körleştiği, kalplerinin katılaştığı ve şeytanın
yandaşı olma yolunda adım adım ilerledikleri açıktır.
Mesela birisi çıkar: “Türklerin milli içeceği
sudur. Bunu yoğurda katarsan ayran olur, ama rakıya katarsan bayram olur”
diyerek alkollü içkiyi ve alkollü araç kullanmayı savunacak olursa bir İslâm
âlimine düşen görev, bu düşüncenin yanlış olduğunu söylemek ve bunu hiçbir
zaman onaylamamaktır. Zaten böyle birisi kendi evinde içki içer, başkalarına
zarar vermez, zararı sadece kendi sağlığıyla sınırlı kalırsa bu durumda onun
özgürlüğüne kimsenin müdahale etmesi zaten söz konusu olmaz. Ancak sarhoşken
eşini veya çocuklarını döver, gece yarısı bağırarak komşularını/mahalleyi
rahatsız ederse bu elbette kabul edilemez. Söz konusu sarhoş yaptığı eylemlerin
cezasını çeker.
Hele hele sarhoşken
direksiyonun başına geçerse bu kişinin özgürlüğü artık bitmiştir. Bu
durumdayken araç kullanan kişiye en ağır ceza neyse o verilmeli ve ciddi
yaptırımlar uygulanmalıdır. Eğer böyle biri sarhoşken kaza yapar ve bir kişinin
ölümüne sebebiyet verirse cinayetle yargılanmalı ve kısas (suça denk ceza)
gereği derhal idam da edilmelidir.
Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir halife seçildiği
zaman yaptığı ilk konuşmada Resulüllah’ın ashabına: “Ben Allah'a ve Rasulüne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat
edeceksiniz, ben yoldan çıkarsam o zaman bana itaat yoktur” demiş ve
yönetimde keyfiliğin olmadığını ve hukuk kurallarının egemen olması gerektiğini
ifade etmiştir.
Hz. Ömer de halife seçilince aynı minvalde bir
konuşma yapmış, aynı uyarıları tekrarlamış ve cemaatten birisi ona kılıcını
göstererek: “Sen yoldan çıkacak
olursan, seni bununla yola getiririz” diyerek “muhalif ve sivil bir
duruşun” nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Yani; ölçü hak ve adalettir,
hukuk kurallarıdır, maruf olan şeylerdir. Bilinmelidir ki İslâm’da körü körüne muhalefet veya münker
emre/haksızlığa körü körüne itaat yoktur. Hukukun evrensel ilkelerinin
yanında yer almak vardır. Bugün yanlış yapanları kılıçla değil oy ile düzeltme
imkânı vardır. En dürüst, en güvenilir,
en çalışkan, en bilgili, en ahlâklı, en samimi lideri ve ekibini kendi
köyüne/beldesine muhtar/belediye başkanı seçmeyen köylüler/ kasabalılar
sorumludur ve şikâyet etmeye hakları yoktur.
Hakiki bir İslâm âlimi de dinin emirlerine
uymak, yöneticilerin ve toplumun yanlışlarını söyleyerek onları uyarmak
mecburiyetindedir. Âlim ne içindeki şeytanın ne de başkalarının kölesi
olabilir. Elbette alınan bazı kararları hukuka ve usule uygun bir şekilde
tenkit edebilir. Ama o da bu toplumda yaşadığı için nihayetinde alınan
kararlara uymak zorundadır. Kısaca usulüne uygun yapılmamış içtihatlara,
yorumlara ve yetkililer tarafından alınmış münker kararlara “sağlam ve güçlü
gerekçelerle” muhalif olunabilir. Ama bu muhalefet “kardeşliğe, aradaki saygı
ve sevgi bağlarına zarar verecek seviyeye” getirilemez.
Sonuç olarak, gerçek bir İslâm âlimi yaşadığı
zaman diliminde İslâm’a göre hayatını planlamak ve yaşamak zorundadır. Gerçek
bir âlim körü körüne muhalif olamaz, her zaman doğruları söyler ve yapar, ırkçı,
menfaatçi ve mezhepçi yaklaşımlarla adaletten ayrılmaz. Gerçek bir âlim her
daim haktan yanadır. İslâm düşmanlarına ve şeytana muhaliftir, onlarla işbirliği
yapmaz, din kardeşleriyle birlik ve dayanışma içinde olur. Yalan söyleyenlere aldanmaz.
Her duyduğuna araştırmadan hemen inanmaz. Farklı metot ve yöntemlere saygı
duyar, ama hukukun evrensel ilkelerinin ve haklı olan tarafın yanında yer alır,
dünyevî menfaatler uğruna insaftan, hakkaniyetten ve adaletten asla ayrılmaz. (31.05.2013)
Yorumlar
Yorum Gönder