“Allah Ona Nasip Etmemiş!” Öyle mi? (263)
Dinimiz İslâm, şeytanın/İblis’in insanoğlunun
düşmanı olduğunu ve onun düşman bilinmesi gerektiğini haber vermiştir.
Hz. Âdem ve İblis imtihan edilmiş, İblis kibirlenmiş,
inatlaşmış, Yüce Allah’ın emrine karşı gelmiş, hatasını kabul etmemiş ve
kaybedenlerden olmuştur. Ancak Hz. Âdem yanıldığını itiraf etmiş, hatasını
anlamış, pişman olmuş, tövbe etmiş ve affedilmiştir.
Hz. Âdem’i “adam
yapan” günahını sahiplenip pişman olmasıyken, İblis’i şeytan yapan günahını ve
suçunu kabullenmeyip faturayı Yüce Allah’a kesmesi olmuştur. Üstelik
İblis suçu kabullenmediği gibi bir de kabahati Yüce Allah’a bulmuştur. “Beni sen saptırdın” deme cüretini/denâatini
(alçaklığını) göstermiş ve iyice küstahlaşmıştır. Kendi inadını, şımarıklığını
ve kibrini görmek ve hatasını anlamak istememiştir. Emre karşı gelenin ve
sapmayı dileyenin kendisi olduğunu bir türlü itiraf edememiştir.[1]
Bu itibarla, kendi suçunu Yüce Allah’a atmak ve
hatayı kabullenmemek şeytanî bir hastalıktır. Yüce Allah’a meydan okumak, O’nun
ilke ve emirlerine karşı gelmek, alay etmek şeytanî bir vasıftır. Nitekim
şeytan, Yüce Allah’a karşı gelmiş ve “Şu
çamurdan yarattığına şeye bak! Bu mu benden üstünmüş? Ben ondan daha
hayırlıyım. Zira ben ateşten yaratıldım o ise çamurdan” diyerek ırkçılık
yapmıştır.[2]
Bu, şeytanca bir söylemdir ve nankörlüktür. Allah Teâlâ, Kur’ân’da tüm bu
yaşananları insanlığa haber vermiş, “Sakın
ha! Siz de İblis gibi olmayın! Şeytanlaşmayın! Hatalarınızdan dönün! Pişman
olun, sizleri affedeyim!” demiştir.
Bu itibarla, hasta olduğunu bilmeyen ve kabul
etmeyeni tedavi etmek imkânsızdır. Hasta olduğunu bilen, tedavi olmak ve
iyileşmek ister; ilaca sarılır, şifayı Yüce Allah’tan bekler. Dolayısıyla
hatasını anlayan da tövbeye yönelir. Tövbenin “nasuh tövbe” olabilmesi için
istiğfardaki samimiyetin ortaya konulması ve ispat edilmesi elzemdir. Bu
nedenledir ki ölüm anında yapılan tövbe değil, sadece istiğfardır. Ve böyle bir
tövbenin ispat edilme şansı kalmadığı için muteber ve makbul değildir. Dolayısıyla
tövbe geç kalmadan zamanında yapılmalıdır. Nitekim Firavun tam öleceği anda
istiğfar edip imana gelmiş, ancak onun bu son pişmanlığı onu kurtarmaya
yetmemiş ve tövbesi de kabul edilmemiştir.[3]
Allah Teâlâ sapmayı tercih edeni saptırır,
sapıklığını onaylar ve onu sapıklığıyla baş başa bırakır.[4]
Ancak hidayeti isteyen kişiye de hidayet yollarını gösterir. Yüce Allah, tüm bu
uyarıları göz ardı ederek yoldan çıkan bir topluma hidayet etmez.[5]
Zira Yüce Allah Kur’ân’da; “Dileyen
inansın, dileyen de inkâr etsin” buyurmaktadır.[6]
Yani karar, insanoğlunun özgür iradesine bırakılmıştır. Kim Yüce Allah’a
inanırsa Allah da onun kalbini genişletir, gönlüne huzur verir ve hidayet
yollarını gösterir.[7] Yani
insanoğlu, sebebi tahakkuk ettirirse
Yüce Allah da onun için hayırlı sonuçları yaratır.
Bu nedenle, “Allah
ona infak etmeyi nasip etmedi”, “Allah ona haccı nasip etmedi” veya “Allah ona ibadet yapmayı nasip etmedi”
gibi laflar çok tehlikelidir. Düşünmeden gelişigüzel söylenmiş sözlerdir. Çünkü
karar, insanın özgür iradesine aittir. Sebeplere sarılmayan, infak için gayret
etmeyen, hacca gitmek için çabalamayan veya ibadete yanaşmayan insanın bizzat
kendisidir. Dolayısıyla kendi suçunu ve kabahatini Yüce Allah’a atması ve “Bizim nasibimizde yokmuş! Ne yapalım!”
demesi son derece yanlıştır. Bu
düpedüz Yüce Allah’a iftiradır; şeytânî yaklaşımdır. Zira müşriklerin de aynı
şeyleri söylediklerini Yüce Allah Kur’ân’da şöyle haber vermiştir: “Allah’a ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz ne de
atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi
de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere
düşen sadece apaçık bir tebliğdir.”[8] “…Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık,
babalarımız da…”[9]
Görüldüğü üzere tüm müşrikler, ateistler,
deistler, satanistler, mücrimler, zalimler, fasıklar, münafıklar, kısacası tüm
inkârcılar daima aynı zihniyetle hareket etmiş ve suçu kadere, atalarına veya
başka şeylere yüklemiş ve “Kaderimiz
buymuş biz ne yapalım ki?” demişlerdir. Akıllarını kullanmamış,[10]
apaçık yalan söylemiş, Yüce Allah’a korkunç iftira atmış ve körü körüne
atalarını taklit etmişlerdir. Oysa ataları taklit etmek, insanın kendi azabını
kendinin hazırlamasıdır. Taklit, ucuz bir yaklaşım ve şeytânî bir duruştur; “Böyle gelmiş, böyle gitsin” mantığıdır.
Aklı ve bedel ödemeyi devre dışı bırakmaktır. Kur’ân’a göre ise ataları körü
körüne taklidin sonu cehennemdir.[11]
Diğer taraftan Levh-i Mahfuz’da (ana
yazılım, büyük senaryo, sünnetullah ve adetullahın prensiplerinin kaydedildiği
temel veri tabanı, programing, programlanmış mükemmel işleyiş)in nasıl olacağı
önceden kaydedilmiş, rollerin tanıtımı yapılmış ve
sünnetullah (Yüce Allah’ın kendisi için koyduğu kurallar/ölçüler,
yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşıması ve faydalı gayesinin
bulunması) belirlenmiştir. Yüce Allah tarafından önceden
planlanan ve programlanan bu büyük imtihanın kuralları/ilkeleri kutsal kitap ve
peygamber gönderilerek tüm insanlığa tebliğ ve tebyin edilmiştir.
Ancak bu büyük senaryodaki rollerin dağıtımı kesinlikle yapılmamıştır. Seçim, insana
bırakılmıştır. İsteyen, istediği rolü kendisi seçmekte ve tercih ettiği o rolü
oynamaktadır. İnsan dilerse, çabalarsa ve hak ederse Hz. Âdem, dilerse, inatlaşırsa
ve azgınlaşırsa lanetlenmiş İblis rolünü seçebilir. Bir başka ifadeyle dilerse
kâfir, dilerse münafık olabilir. Dilerse ateist, dilerse deist olabilir.
Dilerse müşrik, dilerse fâsık olabilir. Dilerse mücrim, dilerse muslih
olabilir. Dilerse mü’min, dilerse müttâkî olabilir. Dolayısıyla insan bu
rollerden hangisini tercih ederse, kaderi ona göre şekillenir. Arınmayı
isteyen ve gereğini yapan kurtuluşa erer, şeytana (vesvâsi’l-hannâs) uyan, onu
dost edinen ve izini takip eden ise kaybeder.
“Adamın
kalbi kilitli” sözü de son derece çarpık
ve bilinçsizce söylenmiş bir sözdür. Zira Kur’ân-ı Kerim, küfrü tercih etmesi
nedeniyle adamın kalbinin kilitlendiğini/ mühürlendiğini söyler. Kişi kendi
tercihini o yönde kullanmış, ısrar etmiş ve nihayet kalbi kilitlenmiştir. Yani
kalbi durup dururken kilitlenip taşlaşmamıştır. Kısaca küfürden yana tavır koyanın kalbi mühürlenir. Buna
rağmen bu gibi kimselerin de tövbe etme imkânı henüz sona ermemiştir. Tövbelerinde
samimi olduklarını ispat edinceye kadar vakitleri vardır; az da olsa bunlardan
bazılarının tövbe edip hidayete kavuşabilir.[12]
Küfürden, şirkten, isyandan ve fısktan dönen ve kendini düzelten kurtulur. Dolayısıyla kâfir olmak sebep, kalbin
mühürlenmesi sonuçtur.
Hiçbir kimsenin kendi kabahatini Yüce Allah’a
havale etmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Böyle yapan kimse şeytanlaştığını bilmelidir.
Yaptığı hata karşısında Yüce Allah’a sığınmayan hüsrana uğrar. İçindeki şeytan
derhal ona vesvese verir, kötü düşünceler fısıldar, onu kandırır, hatasını
süslü/haklı gösterir ve beraberinde onu da cehenneme sürükler. Yaptıkları
nedeniyle de o kimse Yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaşır. Zira suç işlemeyi
alışkanlık haline getiren mücrimdir ve mücrimlerin felaha ermeleri söz konusu
değildir. Bunlar yapıp ettikleri zulüm nedeniyle de Yüce Allah’ın rahmetinden
uzak kalmayı hak eder.
Öte yandan kaderin iki boyutu vardır. Birisi,
kaderin “insanı aşan ilâhî boyutu”dur. Nitekim hiç kimsenin “anne
ve babasını, ırkını, rengini, dilini, dünyaya geliş yeri ve zamanını” seçme
şansı yoktur. Bunlar kaderin “ilâhî boyutudur.”
Diğeri ise insanın “kendi
tercihleriyle oluşan kader boyutu”dur. Burada belirleyici olan insanın
kendi iradesiyle yaptığı seçimleridir.
Bu ikisi arasındaki farkı fark etmeyenler ya da
fark etmek istemeyenler “yanlış Allah ve kader tasavvuruna” kapılmakta,
istikâmetten uzaklaşmakta ve neticede savrulmaktadır.
Zira alıcısını/çanak antenini şeytanın yayın yaptığı frekansa çevirip onun
etkisi altına girenlerin şeytanı suçlamaya hakları yoktur. Şeytanı “günah
keçisi” ilan etmek böyle yapanları kurtarmaya yetmez. Akıllı insan alıcısını “vahiy
uydusuna” çevirir, oradan beslenir. Kitap ve sünnetin ilkelerinden istifade
etmeyen, müttakîler, sıddıklar, sadıklar ve muhsinlerle beraber olmayan kimse
kaybederse kendisinin suçlu olacağını bilmelidir. Zira şeytanın böyle
muhlis kimselere nüfuz etmesi söz konusu değildir. Şeytan, Kur’ân’ı anlamak
istemeyenlere ve ondan kaçanlara musallat olur.[13] Yüce Allah’ın gösterdiği dosdoğru
yoldan uzaklaşanlara yandaş olur. Dolayısıyla Haktan uzaklaşma bir sebep,
şeytanın musallat olması sonuçtur. Bu itibarla Haktan uzaklaşmayı isteyen
sorumludur. Şeytanın davetine koşarak icabet
etmek, sonra da bütün suçu ona atmak doğru değildir. Nitekim şeytan
kıyamet günü “Ben mi zorladım,
inanmasaydınız, kanmasaydınız, yapmasaydınız” diyerek dostlarını, yandaşlarını
ve yoldaşlarını terk edecek ve “Ben
Allah’tan korkarım!” diyecektir.[14]
Ama o zaman da iş işten geçecek ve şeytanın yolundan gidenler onunla birlikte cehennemi
boylayacaklardır.[15] Zira “yolu ve hedefi bir/ortak olanların sonu da bir/ortak” olacaktır.
Sonuç olarak, herkes konuştuğu sözlerine dikkat
etmeli ve bilmediği konularda kesinlikle ahkâm kesmemelidir. Bilenlere
danışmalı ve hatasında ısrarcı olmamalıdır. Böyle yapanlar şeytanın elinde oyun
ve eğlence olmaktan kurtulamayacaklarını artık fark etmelidir. Şeytan,
insanoğlunun baş düşmanıdır. Onu düşman bilip fısıldadığı şeylerin tersini
yapanlar yani harama değil helale yönelenler kurtulacak, ancak yolundan giden ve
söylediklerini yapanlar ise kendi sonlarını kendileri hazırlayacaklardır. Zira
suçu Yüce Allah’a atmak onları kurtarmaya asla yetmeyecektir. (03.01.2014)
[1] el-Bakara
2/34.
[2] el-A’râf
7/12; es-Sâd 38/76.
[3] Yûnus
10/90-92.
[4] es-Sâff
61/5; el-İnsan 76/29-31.
[5] ez-Zümer
39/23.
[6] el-Kehf
18/29.
[7] el-En’âm
6/125-126; ez-Zümer 39/22; et-Tegâbun 64/11.
[8] en-Nahl
16/35.
[9] el-En’âm
6/148.
[10] el-Enfâl
8/22; Yûnus 10/100.
[11] el-Mâide
5/104; el-A’râf 7/28, 70-71.
[12] en-Nisâ
4/155.
[13] ez-Zuhruf
43/36.
[14] İbrahim
14/22; el-Hicr 15/42.
[15] el-İsrâ
17/63; el-A’râf 7/18; es-Sâd 38/85.
Yorumlar
Yorum Gönder