Şefaat Nedir? Nasıl Anlaşılmalıdır? (211)
Her şeyden önce şunu ifade edelim ki Kur’ân-ı Kerîm, “Allah’tan bağımsız
bir kayırma ve aracılık iddialarının tamamını” tümüyle ve kesin bir dille
reddetmektedir.
Allah’ın reddetmediği şefaat anlayışı ise iki türlüdür (diğeri bu
yazımızın konusu değildir) ve onlardan birisi şudur: Bir günahkâr kul, dünyada
ve henüz yaşıyorken, günahlarını/yanlışlarını anlar, tövbe eder, imanını
sağlamlaştırır ve kendini düzelterek salih ameller ortaya koyarsa, Yüce Allah
ondan razı olur ve onu bağışladığının bir nişanesi olarak ödül takdir eder.
İşte Allah’ın takdir ettiği o ödülü onu
hak eden tövbekâr kimseye takdim etmek şeklindeki şefaat anlayışı Kur’ân’a
göre mümkündür.
Şurası açıktır ki, ödülü meleklerin elinden alarak onu hak edene “takdim
eden” kişi o ödülü “takdir eden” değildir. Ödülü takdir Yüce Allah’tan, takdim
ise salih kullardan herhangi birisinin aracılığıyladır. Yoksa herhangi bir
peygamberin, meleğin, şehidin veya hafızın yargılama esnasında araya girerek
birini kayırması veya istediği birilerini cehennemden kurtarması asla ve kat’a söz
konusu değildir. Böyle yanlış şefaat anlayışına sahip olanlar ciddi şekilde
yanılmakta ve şefaati resmen yanlış anlamakta ve tanıtmaktadırlar. Dolayısıyla
şefaati topluma anlatanların öncelikle onu doğru anlamaları, sonra da
muhataplarına doğru bilgiler vermeleri gerekir.
Bu itibarla ödülü takdim edenin ödülü belirleme konusunda herhangi bir
tasarrufu söz konusu değildir ve olamaz. Zaten böyle bir durum Kur’ân’ın ortaya
koyduğu genel ilke ve kurallarla da çelişir. Zira hiç kimsenin aracılık,
kayırma ve birilerini azaptan kurtarma yetkisi yoktur. Soy, sop, nesep, akrabalık
ve dostluğun vs. geçerli olmayacağı o dehşetli günü doğru anlamaktan aciz
olanların kendilerini aldatmaları bir züğürt tesellisi veya hüsnü kuruntudur.[1]
Şurası iyice anlaşılmalıdır ki, ödülü takdim eden kimsenin bizzat kendisi
ödül sahibi tarafından böyle bir takdime mazhar kılınmakla onurlandırılmıştır.
Bu da sağlıklı düşünenler için gerçekten büyük şereftir. Allah tarafından “takdir
buyurulan o ödülü”, hak eden ümmetinden herhangi birine “törenle takdim etmesi”
peygamber için bir itibardır. Ödülü hak eden kişi de sevdiği ve örnek aldığı
peygamberinin elinden o ödülü almakla ayrıca onurlandırılmıştır.
Bu onurlandırmayı Allah Tealâ dileseydi sadece melekleri aracıylığıyla da
yapabilirdi. Ama o böyle yapmamış, bağışlanmayı
dünyadaki çabalarıyla hak eden kimseye, onun da sevdiği salih kul
aracılığıyla yaparak ona değer verdiğini ve affettiğini göstermiştir.
Yani, Yüce Allah tövbekâr kuluna ödül
vererek, diğerine de o ödülü takdim ettirerek ikisini de ödüllendirmekte ve
onurlandırmaktadır. Yoksa bir peygamber, aziz ya da veli veya Allah’ın oğlu
olduğu iddia edilen Hz. İsa, büyük günahlar işlemiş, tövbe etmeden ölmüş ve hiç
pişman olmamış birisiyle Allah arasında aracılık ederek onu kurtaracak değildir.
Böyle bir şefaat anlayışı Câhiliyye döneminin kalıntılarıdır. Zira âyette de
ifade edildiği üzere Yüce Allah, peygamberlerin geçmişlerini de geleceklerini
de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Ki o peygamberler O’nun hoşnut ve
razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler. Zira o peygamberler O’nun yüceliği
karşısında derin bir saygıyla titrerler.[2]
Bir başka âyette durum biraz daha açıklığa kavuşturulmaktadır. “O’nun
nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda
vermez. Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden
giderilince (ödüllendirilenler) soracaklar: “Rabbiniz sizin hakkınızda ne
buyurdu?” berikiler: “Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da, büyük olan da
sadece O’dur” diyeceklerdir.”[3]
Zira “De ki: “Şefaat(e izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir;
gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: sonunda sadece O’na
döndürüleceksiniz.”[4]
âyeti göz ardı edilerek ve zayıf hadislere bakılarak oluşturulmuş yanlış şefaat
anlayışıyla hareket etmek insanlığı hiçbir zaman doğru sonuçlara götüremez. Çünkü
şefaat Yüce Allah’a ait bir yetkinin herhangi bir peygambere ya da salih kula
devri değildir. Tam tersine Yüce Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdiî
konusudur. Hâlâ inatlaşarak bunu anlamak istemeyenler hoca müsveddeleridir/yarım
hocalardır/çakma ilahiyatçılardır. Bütün bu yaşanan karmaşanın sorumlusu da tamamıyla
onlardır.
Tekrar ifade edelim ki, ödülü takdir eden Yüce Allah’tır. Ödülü takdim
izni verdiği kimsenin ise bu ödülün sahibini belirlemede herhangi bir dahli,
kayırması veya aracılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla ödülün asıl sahibi
onu takdim eden şahıs değildir. Bu nedenle günahkâr ama tevbe ederek,
pişmanlığını da ıspat ederek ölmüş birisinin bağışlandığının bir nişanesi olan
ödülü sadece Yüce Allah’tan beklemesi ve umması gerekir. Ödülün gerçek sahibi
ve takdir edeni olmayan kimseden böyle bir talepte bulunmak yanlıştır ve Kur’ân
bunu şiddetle reddetmektedir. Kısacası ödülün kime verileceğini belirleme yetkisi
sadece ve yalnızca Yüce Allah’a aittir. O da bunun kıstaslarının neler olduğunu
Kur’ân’da zaten ortaya koymuştur. Zira burada da herhangi bir keyfilik yoktur.
Aksine bu konuda da konulmuş ilkeler söz konusudur.
Diğer taraftan şu âyetler de yanlış şefaat anlayışını reddetmektedir: “De
ki: “Allah dışında, (kendilerinde tanrısal güç) vehmettiklerinizi çağırın. Ne
göklerde ne de yerde onların zerre kadar gücü yoktur; üstelik onlar bu
ikisinin (yönetiminde) bir ortaklığı da
sahip değiller; dahası O, onlar arasından kendisine bir yardımcı da atamamıştır.”[5]
Görüldüğü üzere bu âyeti kerîme, “Allah
dostlarının, azizlerin, şeyhlerin ve din önderlerinin Yüce Allah nezdinde aracılık yapacağına ve bir
ayrıcalık elde edeceklerine dair tüm tasavvurları” açıkça ve tamamen
reddetmektedir. Böyle yanlış şefaat algısının oluşumuna, bu kadar açık âyete
rağmen katkı sunan yarım hoca veya din tüccarlarının oturup düşünmeleri ve bu hatadan
vazgeçmeleri gerekir.
Nitekim müşriklerin araya
aracılar koyarak Yüce Allah’tan yardım istemelerini açıkça reddeden Kur’ân,
böyle bir algıya saplanıp kalanları uyararak aracıların kendilerine şefaat
edeceklerine dair mezkûr inançlarının hiçbir temele dayanmadığını ispat etmiş
ve bu şefaat konusunu Kur’ân’da ele alıp açıklamıştır. Unutulmamalıdır ki, Kur’ân’ın
asıl amacı şefaatın var olduğunu ispat etmek değil yanlış şefaat algı ve
anlayışlarının ne kadar sakat ve problemli olduğunu ortaya koymak ve işin
doğrusunu açıklamaktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse şefaati hak etmek için günahkâr kulun Yüce Allah’ın
varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz
îmân etmesi ve daha dünyada iken günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve
erdemli davranışlarla samimiyetini ispatlaması/göstermesi şarttır.[6]
Bu şartın gereğini yapmayanların ahirette şefaat edecek birilerini
aramaları acizlik, zavallılık ve kendini aldatmadır ki bu âyetlere göre onların
hiçbir şanslarının olmadığı açıktır.
Dünya hayatında iken O sınırsız
rahmet sahibi Yüce Allah ile hiçbir bağlantı içine girmeyenlerin ahirette
şefaatten hiçbir pay alabilmeleri söz konusu değildir.
Şefaati, Yüce Allah’ın
mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah Teâlâ’nın kanaatini
değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek kesinlikle doğru
değildir. Aksine Kur’ân’da şefaatten söz edilmesinin bir diğer nedeni,
şefaatçilerin yani; peygamber, nebî, sıddık, şehit veya salih kulların
onurlandırılmasına yönelik bir husus olarak görmek gerekir.[7]
Şöyle ki, ödülü takdir eden ve bu konuda nihâî kararı veren esas makam Yüce Allah’ın bizzat kendisidir. Bu
ödülü hak eden kimseye takdim eden ise Hz. Peygamber, nebî, sıddık, şehit veya
salih kullardan birisidir. Yani şefaate
karar veren esas merci bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Kulun affedildiği
bilgisini ona ulaştıran ve ödülü takdim eden ise peygamber ya da nebî,
sıddık, şehit veya salih bir kuldur. Bu iki hususun birbirinden çok iyi
ayırt edilmesi gerekir.
Bir başka ifadeyle peygamberlere veya diğer salih kullara verilecek
şefaat hakkı ya da yetkisini Yüce Allah’ın
bu günahkârları bağışlamasının bir ifadesi olarak değerlendirmek ve şefaati Yüce
Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah’ın kanaatini
değiştirmeye yönelik bir girişim olarak asla görmemek gerekir.
Sonuç olarak, dünyada iken hiçbir
şey yapmayan, iman nedir, İslâm nedir bilmeyen, büyük günahlar işleyen ve tövbe
etmeden de ölen birilerinin ahirette şefaati hak etmelerinin mümkün
olamayacağını bilmeleri gerekir. Bunu açıkça söylemeyerek insanları
aldatmak, sağlam olmayan dinî
bilgileri, mitolojileri, uydurma rivâyetleri ve tutarsız görüşleri şaşmaz dinî doğrularmış gibi sunmak vebaldir.
Dolayısıyla şefaati yukarıda açıkladığımız şekliyle değil de zayıf ya da uydurma rivâyetlere dayanarak
yanlış şekilde anlayıp anlatanlar, böylece Câhiliyye kalıntılarının devamına neden
olanlar mesuldürler. Onların bu problemli algıdan kurtularak Kur’ân-ı Kerîm ve sahih
sünneti doğru yorumlamaya gayret etmeleri hem kendileri hem de yanlış
bilgilerle oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır. (10.02.2012)
Yorumlar
Yorum Gönder