“Şans Eseri” Sözünün Perde Arkası (191)
Medyada olağandışı bir kaza haberi insanlara nakledilirken kullanılan “Şans eseri kazada ölen ya da yaralanan
olmadı”, “Şans eseri kazadan yaralı olarak kurtuldu”, “Şans eseri kazayı hafif
sıyrıklarla atlattı”, “Şans eseri burnu bile kanamadı” ve benzeri sözleri
duymayan ve ezberlemeyen kalmamıştır. Oysa bu tür cümleler düşünülmeksizin
söylenen ama ciddi sorumluluğu da beraberinde getiren sözlerdir. Çünkü böyle
bir ifade tarzı problemli olup müslümanların içler acısı halini yansıtmaktadır.
Zira bu sözlerin İslam’ın ilkeleriyle örtüşüp örtüşmediğinin dikkatle
incelenmesi ve sorgulanması gerekmektedir.
Tesadüf ve tevafuk arasındaki o ince farkı anlamak istemeyenlerin bilerek
ve isteyerek Yüce Yaratıcı’yı devre dışı bırakmaya çalışmaları doğru olmamıştır
ve olmamaktadır. Onların bu söylem ve yaklaşımları halkının büyük çoğunluğu müslüman
olan bir ülkenin medyasında sürekli olarak dillendirilerek “insanların algı”
dünyası kirletilmekte ve fesada uğratılmaktadır. Bu bakımdan zihin kodlarına bu
tarz menfî yükleme yapıldığını fark edemeyen, bunu düşünemeyen ve eleştiremeyen
bir toplumun uzun vadede kötü algının bedelini ağır bir şekilde ödemesi kaçınılmazdır.
Kendilerinin dinî değerleri önemsediğini iddia eden bazı milliyetçi/muhafazakâr
medya organlarının da aynı şekilde “bu tür haber verme tarzının etkisinde
kaldıkları” ve aynı cümleleri papağan gibi sorgulamadan tekrarladıkları, toplumun
önüne çıkan bazı örnek şahsiyetlerin de bu sözlerin tesirinde kaldıkları,
düşünmeden bu cümleleri söyledikleri görülmektedir.
Oysa durum göründüğü kadar basit değildir. Olayları sadece şansa ve
tesadüfe bağlayarak izah etmek, “son derece sakat ve problemli bir bakış
açısının” ürünüdür. Bu nedenle herkesin sözlerine dikkat etmesi gerekmektedir.
Küllî ve cüzî iradeyi devre dışı bırakan, Yüce Allah’ın her an, her saniye ve
her salise yaratmaya devam ettiği inancını[1]
içselleştiremeyen ve Yüce Allah’ın inayeti, lütfu, fazlı, rahmeti, bereketi ve
mağfiretini göz ardı edenlerin böyle bir dil kullanmaları belki onlar açısından
normal görülebilir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inandığını ve dindar
olduğunu söyleyenlerin bütün bu hassasiyetlerini unutarak eleştirel bir bakış
açısıyla meseleyi ele almamaları, Kur’ân ve sahih sünnete göre bu durumu
değerlendirmemeleri de son derece üzüntü verici bir durumdur.
Nitekim şansa ve tesadüfe yer olmadığı ve olamayacağı, dünyada yaşanan
her şeyin küllî bir planın ve cüzî iradenin bir parçası ve sonucu olduğu,
insanın kendi yaptığı eylem, söylem ve davranışlarının kendi yaşantısını büyük
oranda etkilediği ve etkileyeceği, başkalarının onun hakkındaki dua, beddua ve
temennilerinin onun kader çizgisinin şekillenmesinde etkin bir rol oynadığı ve
oynayacağı inancını göz ardı etmek İslam’ı anlamamak ve doğru değerlendirememek
olacaktır.
Eğer durum bizim dediğimiz gibi olmasaydı, insanların imtihan edilmek
üzere bu dünyaya gönderilmelerinin de hiçbir anlamı olmazdı. Yine insanın Rabbine
dua etmesinin bir anlamı kalmazdı. İbadetlerin ve sorumlulukların öneminden
bahsetmek manasız olurdu. Cennet ve cehennemin varlığından ve oraları hak
edecek kimselerin davranışlarından bahsetmek imkânsız hale gelirdi. Yazılmış
bir senaryonun figüranları olduklarını, buna müdahil olamadıklarını iddia eden
ve insanın iradesini hiçe sayanların ellerine büyük bir koz verilmiş olurdu.
Yine bu tür safsataları yayan ve inkâra yönelen, sağlıklı düşünmeyi reddeden
küstah ikiyüzlülerin elinde dinî değerler oyun ve eğlence aracı haline
dönüştürülebilirdi.
Dolayısıyla bilmek gerekir ki, insanların kaderlerini büyük ölçüde
belirleyen kendi yapıp ettikleridir; sözleri, duaları, samimiyetleri ve hâdiseler
karşısında takındıkları tutumları, büyük konuşmaları veya isyanlarıdır.[2]
Hayata bakışları, karakterleri, kişilikleri, tavırları, davranışları,
tepkileri, niyetleri, duygu ve düşünceleri, başka insanlarla ve tabiatla
kurdukları her türlü ilişkileridir. Sorumluluklarının gereğini yerine getirip
getirmedikleridir.[3] İstikamet üzere olup
olmadıklarıdır.[4] Arzu, istek ve
beklentilerini kontrol edip etmedikleri, Yüce Allah ile manevi anlamda
yakınlaşıp yakınlaşmadıkları ve bu birlikteliği derinleştirip
derinleştirmedikleridir.[5]
Bütün bunları görmeyerek meseleleri sadece “kör bir tesadüf” veya “şans”
ile değerlendirmek ne Hz. Peygamber’i ne de İslam’ı doğru anlamak olacaktır.
Algı ve düşünce dünyaları bu şekilde bozulmuş, İslam’ın ilkeler/değerler
sistemini doğru kavrayamamış insanların hâdiseler karşısında “şans ve tesadüf
masalına” inanıp dayanmaları, meseleyi basit ve düz mantıkla ele alıp
değerlendirmeleri ve “yanlış bir kader anlayışına” sürüklenmeleri/ yönelmeleri
son derece sakıncalıdır. Oysa bilinmelidir ki, insanların ve toplumların
yaşadıkları her olay, ya kendi yapıp ettiklerinin doğal bir sonucu[6] ya da
Yüce Allah’ın lütfu, mağfireti, uyarması, ikazı ve rahmetinin neticesinde
gerçekleşmektedir.[7]
Her insan, başından geçen olayları böyle bir gözle değerlendirmek
durumundadır. Şans ve tesadüf sonucu bunun gerçekleştiğini düşünmek, Yüce
Allah’ı ve O’nunla olan ilişkisini hiç hesaba katmamak ve O’nu görmezlikten
gelmek bir mü’mine asla yakışmaz. “Lütfunda
hoş, kahrında hoş!”, “Allah var, keder yok!” “Rabbim sen nasıl sever ve
istersen öyle olsun!” ve “Rabbim hakkımda hayırlı olanı lütfet!” diyecek
manevî olgunluğa ulaşmak için gereken çabayı sarf etmeyenlerin başkalarını
suçlamaları, ya da bu konuları anlamayı şansa, uğursuzluğa, şeytana, tabiata ve
tesadüfe havale edip tefekkürden, teakkuldan, tezekkürden, tefekkuhtan ve
tedebbürden kaçınmaları ve giderek sekülerleşip dünyevîleşmeleri son derece
yanlıştır.
Bu bakımdan “tevafuk” nedir anlamak istemeyen, “kaderle” ilgili âyetleri
doğru değerlendiremeyen, Allah’ı unutan ve umursamayan, Allah’ın kullarına
bağışladığı “ilahî lütuf ve keremi” doğru okuyamayan, dünyada bulunuş gayesini
anlamak ve öğrenmek için hiçbir gayret sarf etmeyenlerin “suçlamaları gereken”
öncelikle kendileridir.
Yüce yaratıcının ihmal etmediğini (kendi haline terk etmediğini) ama
imhal ettiğini (mühlet verdiğini/zaman tanıdığını) kavramak istemeyen birisinin
“kaderi” ve “şansı” doğru anlayıp değerlendirebilmesi zaten mümkün değildir.[8]
Bir büyük sıkıntıdan kurtarılan insanın bu imtihan neticesinde
kendisinden beklenilenleri hâlâ yerine getirmeyerek eski yaşantısına dönmesi ve
kendisine bahşedilen bu fırsatı heba etmesi doğru değildir.[9]
Yaptığı bir iyiliğe karşılık olarak bu dünyada yaşayacağı bir sıkıntıyı,
kazayı, ezayı, cefayı, belayı, musibeti “hafif şekilde atlatmasını” veya ağır
bir yükten daha kolay kurtulmasını “bir lütuf ve ihsan” olarak görüp ona göre
hareketlerine çeki düzen vermeyen ve bunu sadece “şans ve tesadüfe” bağlayan
birisinin uzun vadede “manevî planda” kaybedeceği aşikardır.
Örnek vermek gerekirse, kendi tedbirsizliği ve dikkatsizliği sonucu kaza
yapan, ama bunu küçük sıyrıklarla atlatan birisi, bunun Yüce Allah’ın bir
lütfu, fazlı, ikazı ve keremi sonucu gerçekleştiğini, kendisi için bunun ciddi
bir uyarı olduğunu kabul eder ve buna göre olumlu anlamda bir değişim ve
dönüşümü kendi iç dünyasında başlatabilirse, yaşadığı o kaza onun için hayra ve
günahlardan kurtuluşa bir vesile olabilir. Ama hâlâ bu yaşadığını şansa ve
tesadüfe bağlayarak başına gelenden gereken dersi çıkarmazsa kendine yazık
edebilir. Sonuçta ise Yaratan’la ilişkisini zedeler, yıpratır ve bozar.
Dolayısıyla her an imtihan olduğu bilen birisinin başından geçenleri Kur’ân-ı
Kerîm ve sahih sünnetin ilkeleri ışığında değerlendirmesi kendi lehine olur.
Medyanın sürekli kullandığı bu problemli ifade tarzının yanlışlığına bu
şekilde işaret ettikten sonra, konuyla ilgili tekliflerimizi şöyle ortaya koymamız
hem akıl ve mantığın hem de ilkeli ve tutarlı olmanın bir gereği ve sonucudur:
“Olağandışı bir kaza haberi”
topluma aktarılırken şu şekilde ifade tarzlarının kullanılması bize göre en doğru
olandır: “Yüce Allah’ın lütfu ve koruması
sonucunda kazada ölen ya da yaralanan olmadı”, “Ulu Allah’ın lütfu ve merhameti
sayesinde kazadan yaralı olarak kurtuldu”, “Rabbimizin inayeti ve esirgemesi
sonucu kazayı hafif sıyrıklarla atlattı”, “Allah’ın yardımı sonucu kazadan
burnu bile kanamadan kurtuldu” şeklinde ifade etmek hem Kur’ân’a hem de sahih
sünnete daha uygun olacaktır.
Diğer taraftan burada
şöyle sorular akla gelebilir. “Acaba bir
kimse kazada ölür ya da ağır yaralı olarak kurtulursa bu durumda neler
söylenecektir? Böyle bir durumda bu kimseler hakkında nasıl bir dil
kullanılacaktır?”
Her şeyden evvel şunu
belirtelim ki, kimin, ne zaman, nerede ve nasıl öleceğini sadece Yüce Allah
bilir. İnsana düşen tedbiri almak, her an ölüme hazırlıklı olmak ve takdiri
sadece Yüce Allah’a bırakmaktır. Bizim bu makalemizin konusu, “kazadan hafif sıyrıklarla
ve hafif yaralı olarak kurtulanlarla” ilgilidir. Ölenler zaten ömürleri
tükendiği için gidecekleri yere -isteseler de istemeseler de- gitmişlerdir.
Onlara Yüce Allah’tan rahmet dilemek gerekir. Ancak hayatta kalanlara ise “bir
mühlet verildiği” anlaşılmaktadır. Yani, ağır yaralı olarak kurtulanlar için de
imtihan aynen devam etmektedir. Onlar da iyileştikleri anda kaldıkları yerden
imtihana devam etmek durumundadırlar. Kim bilir bu hayatta kalışları belki
onlar için bir lütuf ve çok iyi bir fırsattır. İşte bu lütfu doğru
değerlendirmek ve “şans” ile karıştırmamak gerekir. Zaten bu anlamda bir şans
kavramı İslam’ın ilkeleriyle de bağdaşmamaktadır.
Ayrıca bir insanın ölümü onun için hayırlı olacaksa Allah’tan ölümü
istemesi, yok eğer yaşamak onun için hayırlı olacaksa yaşamayı istemesi
normaldir. Zira gaybı bilen ancak ve ancak Allah’tır. Dolayısıyla “kazada
ölenler ya da ağır yaralananlar” hakkında “Allah’ın
lütfu ve merhameti sonucu öldü ya da ağır yaralandı” demek zaten doğru
değildir. Kaldı ki bunu kimsenin de bilmesi mümkün değildir. Tekrar altını
çizelim ki, bizim yazımızın konusu “olağanüstü durumlarda kazayı hafif şekilde
atlatanlarla ilgili kullanılacak bir dilin nasıl olması” gerektiğidir.
Umarız aradaki bu ince ayrıntı çok iyi anlaşılmıştır. Zira bunu fark edebilmek
için de ciddi bir mesai harcanması ve sağlam muhakemeyle meselelere bakılması
gerekmektedir. Ayrıca, sorduğu bir sorunun cevabını anlamak için hiçbir çaba
sarf etmeyen, zihnindeki şüpheyi gidermek için kafa patlatırcasına düşünmeyen ve
araştırmayan kimsenin de aklıselim ile düşünemediği ve şeytanın ayartmalarına
kendini açık hale getirdiği de bir başka gerçektir. Bu itibarla, böyle yapan
kimselerin çok dikkatli olması ve aklına takılan soruları “doğru kişi ve kaynaklardan
öğrenmeye” özen/çaba göstermesi elzemdir. Tersini yapan ve “kafalarındaki enkaz
yığınıyla” gerçekleri anlamaya çalışanlar haklı uyarıları ve doğru tespitleri
bir türlü anlayamayacak ve sadece kendilerine yazık edeceklerdir.
Öte yandan, “Mucize eseri kazadan
sağ kurtuldu” sözünün de doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu olağandışı
hadiseyi gerçekleştiren Yüce Allah’ı ve onun iradesini devre dışı bırakan ve
O’ndan hiç bahsetmeyen bu tarz bir söylem ve ifade biçimi bize göre
problemlidir. Mesajlar topluma her zaman insanların doğru anlayacağı şekilde
açık, net ve berrak bir şekilde verilmelidir.
Sonuç olarak, özellikle medya organları başta olmak üzere topluma dinî
konularda bilgiler veren ve rehberlik eden kimselerin olağanüstü gelişmeleri
insanlara aktarırken bu yanlış, sakat ve sakıncalı ifade tarzlarını yeniden
gözden geçirmeleri ve önerdiğimiz söylemleri ve bulunabilecek daha uygun
olanları kullanmaya başlamaları son derece yerinde ve sağlıklı olacaktır. Bu
samimi uyarımızı ciddiye alarak gereğini yapanlar, bunu zaten kendi iyilikleri
için yapmış olacaklardır. Ancak inatla meseleyi anlamak istemeyenler ise “kaderi”
doğru anlamamaya devam edeceklerdir. Onların Kur’ân’ın genel ilke ve
esaslarını, maksadını ve amaçlarını kavramak yerine hâdiseleri “şans ve tesadüf”
kavramlarıyla açıklamaya çabalamaları da son derece komik ve çocukça bir
yaklaşım olarak kalacaktır. Ancak tekrar belirtelim ki, günün birinde bu
kimseler imtihanı kaybettikleri ve ne kadar büyük bir yanlış yaptıklarını
anladıklarında suçlamaları gereken “karşısına geçtikleri aynada” kendilerine
görünen o şahıstan başkası olmayacaktır. (09.04.11)
Yorumlar
Yorum Gönder