Mukabele/Hatim Geleneği ve Meseleye Kur’ânî Bakış! (198)
Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda asırlardır devam edegelen mukabele
geleneği Kur’ân’ın verdiği mesaja uygun olarak yeniden güncellenmeli ve bu hatalı/noksan
gelenek ivedilikle düzeltilmelidir.
Zira bütün müslümanların çok iyi
bildiği ya da bilmek zorunda olduğu üzere Kur’ân bir hidayet kaynağı,[1]
insanlığı karanlıklardan aydınlığa
çıkaran bir nur[2]
ve mesajı anlaşılmak üzere gönderilmiş
son ilahî kelamdır.[3]
Görüldüğü üzere bunu bizzat ifade eden Kur’ân’ın kendisidir. Nitekim
benzer âyetlerde bu gerçeğe şu şekilde işaret edilmektedir:
“Biz Kur'ân’ı, insanlar iyi
anlayıp ibret alsınlar diye senin dilinle indirerek anlaşılmasını
kolaylaştırdık.”[4]
Bu âyetten anlaşıldığına göre Kur’ân anlaşılmak ve âyetlerinden ibret
alınmak için Arapça olarak gönderilmiş bir kitaptır.
Yine şu âyetlerde de aynı gerçeğe işaret edilmektedir:
“Yemin olsun, Biz, ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını
kolaylaştırdık. Yok mu düşünen ve ibret alan?”[5]
“[Ey insanlar!] Gerçek şu ki,
Biz size, akılda tutmanız gereken her şeyi kapsayan ilahî bir mesaj indirdik:
hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”[6]
“Öyleyse, onlar bu Kur’ân
üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”[7]
Görüldüğü üzere Kur’ân, tüm insanlığı âyetleri üzerinde düşünmeye ve ders
almaya çağırmaktadır.
Kur’ân’ı anlama konusunda herhangi bir güçlük olmadığı ise şu âyette
açıklanmaktadır:
“Bütün övgüler Allah'a yakışır;
O [Allah] ki, kuluna bu ilahî kelâmı indirmiş ve onun anlaşılmasını
güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir. [Bu] tutarlı ve dosdoğru
[kitap inkârcıları] O'nun katından zorlu bir cezayla uyarmak ve dürüst, erdemli
davranışlarda bulunan mü’minlere hak ettikleri güzel karşılığı müjdelemek
içindir.”[8]
Bu âyetten anlaşıldığına göre Kur’ân’ın içinde onun anlaşılmasını
güçleştirecek herhangi bir tenakuz, ihtilaf, zıtlık veya çelişki asla mevcut
değildir.
Öte yandan eğer bu ilahî
kitap Mekke’de yaşayanlara Arapça dışında başka bir dille indirilmiş olsaydı
onların Kur’ân’a karşı tavırlarının nasıl olacağını yine Kur’ân-ı Kerîm şöyle
haber vermektedir:
“Eğer bu [ilahî kelâmın]
Arapça dışında bir dilde [indirilmiş] bir hitabe olmasını dileseydik, onlar,
[şimdi onu reddedenler,] bu defa, “Neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde
ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil[de indirilmiş bir mesaj bu] ve
(tebliğ eden de) bir Arap [elçi]?” diyeceklerdi. De ki: “Bu [ilahî kelâm,] iman
edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona inanmayanlara gelince,
onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı [Kur’ân] onlara kapalı,
anlaşılmaz gelir: onlar çok uzaklardan seslenilen [insanlar gibi]ler”.[9]
Bu âyetle birlikte artık onların; “Biz Kur’ân’ı anlayamadık, çünkü
bizim dilimizle inmedi ki…” mazereti de tamamen ortadan kalkmış
bulunmaktadır.
Bugün de aynı şekilde Kur’ân’ın pek çok dile tercümesinin yapıldığı,
farklı dillerde tefsirlerinin olduğu düşünülecek olursa insanların basit
mazeretlerin arkasına sığınmaları mümkün değildir. Zira onların; “Kur’ân’dan
ve İslam’dan haberimiz yoktu” gibi söylemlerinin artık hiçbir dayanağı/geçerliliği
kalmamıştır.
Yine şu âyet-i kerimeler geçmiş, şu andaki ve gelecek tüm hakikat inkârcılarının
asılsız iddialarına cevap mahiyetindedir:
“Bu kitap rahman ve rahîm
(olan Allah) tarafından indirilmiştir. Bir ilahî kelâm ki, (taşıdığı) mesajlar,
anlama ve kavrama yeteneğine sahip insanlar için Arapça bir hitabe olarak
apaçık beyan edilmiştir. Güzel haberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Fakat
[bu ilahî kelâm insanlara ne zaman tebliğ edilse] çoğu yüz çevirir ki
[mesajını] duymasınlar. Ve “[Ey Muhammed!]” derler, “Kalplerimiz bizi
çağırdığın her şeye kapalıdır, kulaklarımız sağırdır ve bizimle senin aranda
bir engel vardır. Öyleyse, sen [ne istersen] yap, unutma ki biz de [her zaman
yaptığımızı] yine yapacağız!”[10]
“Elif-Lâm-Râ. [Bu] ilahi bir
kitaptır ki, âyetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi [Allah]
tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbirleriyle açıklanmış
ve ayrıca birbirleriyle bağlantılı olarak etraflı bir biçimde dile
getirilmiştir ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz. [Ey Peygamber, de
ki:] “Bakın ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeci [olarak]
görevlendirildim.”[11]
Bütün bu âyetlerden anlaşılacağı üzere Kur’ân’ın gönderiliş maksadı, onun doğru bir şekilde anlaşılması, ondan
gereken derslerin çıkartılması ve dünya hayatının da buna göre tanzim edilmesidir.
“Peki dünyanın dört bir yanında yaşayan müslümanlar bu âyetlerde
verilen söz konusu mesajları anlıyor ve buna uygun hareket ediyorlar mı?”
diye bir soru sorulduğunda ise bu soruya olumlu cevap verebilmek maalesef
mümkün değildir.
Zira Araplar dâhil olmak üzere farklı diller konuşan müslümanların
çoğunluğu onu anlamaya odaklanmak yerine sadece yüzünden okumakla yetinmekte ve
içeriğine yeterince önem vermemektedir.
Bu bakımdan kitabın muhtevasından
ziyade kabına, şekline, yazısına, mürekkebine, hattına, kelimelerinin
telaffuzuna ve hangi makamda okunduğuna önem veriliyor olması düşündürücüdür.
Oysa kutsal ve değerli olan onun “kabı, şekli, harfleri, mürekkebi, hattı ya da
kelimeleri” değildir. Bunlar birer araçtır; esas olan onun manası ve
maksadıdır; içinde barındırdığı “hakikat ilkeleri, sağlam ve şaşmaz prensipleri
ve yol gösterici meselleridir.”
Bu itibarla özellikle Ramazan ayında devam ettirilen mukabele geleneği
tekrar gözden geçirilerek “Kur’ân’ı okuma, anlama ve dinleme geleneği” güncellenmelidir.
Kanaatimizce asırlardır devam ettirilen “mukabele geleneği” aynı tarzda sürdürüldüğünde
Ehl-i kitabın içine düştüğü yanlışlıklara düşülmesi kaçınılmazdır. Zira son ilahî kelamı anlamak, içindeki ilke
ve prensiplere odaklanmak yerine, sadece metnine ve harflerine bakarak
anlamadan okumak ya da dinlemek “gerekli ama yeterli” değildir. Çünkü
Rabbimizin ve Hz. Peygamber’in bizden istediği/beklediği böyle bir okuma/dinleme
değildir.
Diğer taraftan hem Hz. Peygamber’in hem de kavminin Arap, Kur’ân’ın dilinin
de Arapça olması nedeniyle onların mukabeleyi bu şekilde okumaları ve
dinlemeleri normaldir. Zira onlar kendi dilleri Arapça olduğu için okudukları âyetlerin
çoğunu rahatlıkla anlamışlardır.
Ancak ne gariptir ki kendi ana
dili Arapça olmayanlar böyle bir mukabele geleneğini benimsemiş ve âyetleri anlamaksızın
Arapça okuyup dinlemişlerdir. Oysa bu, isabetli bir okuma değildir.
“Acaba Kur’ân’ın bizden
istediği belli bir okuma tarzı var mıdır?” sorusunun sorularak bunun
üzerinde dinî ilimlerle uğraşanların ve sağlıklı tefekkür yapan müslümanların
ciddi şekilde durması ve bir çözüm yolu bulması gerekmektedir.
Aynı şekilde “Asırlardır yüzünden okunan, manası
anlaşılmaksızın dinlenilen böyle Kur’ân okuma geleneği önce müslümanların
hayatına, sonra da tüm insanlığa ışık saçabilir mi? Karanlıkları aydınlatabilir
mi? İnsanlığa şifa ve hidayet kaynağı olabilir mi?”, “Böyle isabetli olmayan
mukabele geleneği daha ne zamana kadar devam ettirilebilir?” gibi
soruların mutlaka sorulması ve cevaplarının aranması gerekmektedir.
Bu zamana kadar sürdürülen mukabele geleneğinde imamlar tarafından bir
cüz, yani 20 sahife yaklaşık 30 ya da 40 dakika içinde okunup tamamlanmaktadır.
Bize göre bu, yeterli ve doğru bir okuma tarzı değildir.
Bizim bu konuda teklifimiz kısaca şudur:
Ramazan ayında, camide, Kur’ân’dan
her gün bir cüz, yaklaşık 90 dakika süreyle okunmalıdır. Öncelikle âyetler Arapça
olarak seslendirilmeli, hemen sonrasında da okunan âyetler cemaate
anlayacakları şekilde kaliteli bir tefsire dayanarak özetlenmeli ve söz konusu
süre (doksan dakika) kesinlikle aşılmamalıdır.
Nitekim önerdiğimiz bu mukabele şeklini biz “dört ayrı Ramazan ayında, dört
farklı şehirde” uygulamış ve bunun da sayısız faydalarını yakından gözlemlemiş
birisi olarak teklifimizi sunuyor ve konunun müzakere edilmesini istiyoruz.
Tavsiye ettiğimiz bu yeni mukabele
geleneğini 1993 yılından beri gerçekleştirmiş ve bu tecrübeyi bizzat yaşamış
birisi olarak rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Kur’ân’ın esas bizden istediği ve
beklediği de böyle bir mukabele, müdârese, müzâkere ve hatim geleneğidir.
Bazı kimselerin hoşuna gitmese de böyle bir uygulama müslümanların
yaşadığı tüm beldelerde gerçekleştirilmeli, sunduğumuz yeni metod/usül müslümanların
kolektif hafızasına yerleştirilmeli ve böyle “güzel bir gelenek” ihdas
edilmelidir. Eğer gerçekten “Kur’ân ayı” olduğu ifade edilen Ramazan layık-ı
veçhile ihya edilecekse, Kur’ân’a hak ettiği değer gerçek anlamda verilecekse “mukabele
geleneğinin” de bu şekilde güncellenmesi bir zorunluluktur.
Son ilahî kelamın anlaşılması ve
yaşanması konusunda ciddi endişe taşıyanların bu teklifimiz üzerinde durması, doğru
analizler yapması ve hayırlı neticeler için ortak hareket etmesi hem
kendilerinin hem gelecek nesillerin hem de insanlığın yararına olacaktır.
Kanaatimizce Kur’ân’a verilen gerçek değer de bu olacak, Ramazan ayına
verilen önem ve onun kutsal bir ay oluşu da ancak böyle gerçekleşecektir.
Her yıl böyle bir mukabele geleneğinden çok şeyler öğrenmiş olarak çıkan müslümanların
tavır ve davranışları olumlu anlamda değişecek, kişilik ve kimlik sahibi muttakî mü’minlerin sayıların da ciddi
artışlar yaşanacaktır.
Tıpkı Mevlid-i Nebî haftalarında
Hz. Peygamber’in bir yönünün ön plana çıkartılarak daha iyi tanınmasının
sağlanması ve örnek alınmasının kolaylaştırılması gibi her yıl Ramazan ayında
da günde bir buçuk saatlerini Kur’ân’ın âyetlerini dinlemeye ve anlamaya ayıran
müslümanların kalitesinde artış yaşanacak, onların dünya ve ahiret algılarında
olumlu değişim yaşanacak, evreni farklı gözle değerlendirmelerine imkân
sağlanmış olacaktır.
Böyle bir mukabele geleneği tüm İslam coğrafyasında ve herkesin kendi ana
dilinde olması durumunda Kur’ân’dan gerektiği şekilde istifade edilecek ve
böylelikle her yıl Kur’ân’dan yeni şeyler öğrenilecektir.
Bu benzeri pek çok faydayı içinde barındıran “önerdiğimiz yeni mukabele
geleneğinin” başlatılması hususunda her şeyden önce din görevlilerine ve bu
sahada çalışan akademisyenlere çok büyük görevler düşmektedir. Onlar bu konunun
önemini kavrar ve toplumu da bu konuda bilgilendirerek ikna etmeyi
başarırlarsa, insanların bu uygulamayı benimsemesi ve devam ettirmesi çok daha
kolay ve kalıcı olabilir.
Ancak dinî ilimlerle meşgul olanlardan bazıları: “Biz eski köye yeni âdet
getirtmeyiz. Böyle gelmiş böyle gider. Biz eskiden olduğu gibi her gün 30
dakikada okur, bu işi bitirir, çeker gideriz. Anlamaksızın okuruz ve cemaatte
anlamaksızın gözleriyle metni takip eder ve dinler. Asıl sevap olan da budur.
İşte gerçek mukabele budur, sen bir de bizim başımıza bu işi çıkartma.
Geleneğimize dokunma. Tefsir okumayı falan bu işe karıştırma, eğer tefsir
okuyan varsa gitsin evinde okusun!!!” diyecek olurlarsa -ki böyleleri
mutlaka çıkacaktır- bu durumda bize düşen apaçık bir tebliğden/uyarıdan başkası
olmayacaktır.[12]
Zira kimseyi zorla değiştirmek gibi bir görevimiz yoktur. Sadece böyle
bir güncellemenin doğru olacağını “ifade özgürlüğü kapsamında” söyler, yazar,
kayda geçirir, sağduyu ve mantık sahibi müslümanların uzun vadede bu meseleyi
sahiplenmelerini bekleriz.
Bir Kur’ân ve hadis talebesi olarak hayatının 35 yılından fazlasını dinî
ilimleri öğrenmeye ayırmış, sürekli düşünen, okuyan, sorgulayan, bu sahadaki
yanlışları gözlemleyen ve kendince hal çareleri üretmeye çabalayan samimi mü’min
olarak yazmış olduğumuz bu ve benzeri makalelerde, yapmış olduğumuz vaazlarda,
kaleme aldığımız kitaplarda bu gerçekleri ifade etmeye devam eder ve mükâfatını
da sadece Yüce Allah’tan bekleriz.
Sonuç olarak, genellikle müslümanların
yaşadıkları yerlerde devam eden mukabele ve hatim geleneği tekrar gözden
geçirilmeli, yapılan hatalardan bir an önce dönülmeli ve Kur’ân’a hak ettiği değer,
saygı ve ilgi gösterilmelidir. Artık
anlamaksızın yapılan okuma ve dinleme geleneğinin “Kur’ân’dan gereği şekilde
istifadeyi zorlaştırdığı” görülmelidir. Yukarıda verdiğimiz mezkûr âyetlerde
Kur’ân’ın bizzat kendisi nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğini bu kadar açık ve net ifade ettiği halde, hâlâ
atalarının gittiği yanlış yolda giderek inatlaşanlar söz konusu âyetler
üzerinde bir kez daha düşünmeli ve Kur’ânî uyarıdan gereken dersi çıkarmalıdır.
(05.08.2011)
[1] Al-i İmran 3/138; el-En’âm
6/157; Yunus, 10/57; en-Nahl 16/89; en-Neml 27/1-2, 77; el-Casiye 45/11, 20.
[2] el-Bakara 2/257; el-Mâide 5/16; İbrahim 14/1; et-Talak 65/11; el-Hadid
57/9.
[3] er-Rahman 55/4;Yunus 10/16; Muhammed 47/54; en-Nisâ 4/82.
[4] ed-Duhan 44/58.
[5] el-Kamer 54/17, 22, 32, 40.
[6] el-Enbiya 21/10.
[7] Muhammed 47/24.
[8] el-Kehf 18/1-2.
[9] el-Fussilet 41/44.
[10] el-Fussilet 41/2-5.
[11] Hud 11/1-2.
[12] el-Gâşiye 88/21-22.
Yorumlar
Yorum Gönder