Suçu Sadece Kadere Yüklemek Doğru mudur? (159)
Suçu Sadece Kadere Yüklemek Doğru mudur? (159)
İslam’a göre Yüce Allah’ın irade ve kudreti
her şeyi kuşatmıştır. O, istemedikçe bir yaprak bile kımıldayamaz. Ezelî ve
ebedî olan ilâhî sıfatlar zâtîdir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Kainatta
olup biten her şey, Allah katında bir anda olup bitmiş gibidir. Allah için öncesi
ve sonrası yoktur. Ama insanın yaşadıklarına gelince bu, “zaman” ile bir sürece
dönüşmüştür. Zira “zaman” da yaratılmıştır ve “zaman, yaratılanlar” için
geçerlidir. Yaratanın ilminde her şey aşikârdır; O, zaman ve mekânın içinde değildir;
O aşkındır, mütealdir.
O, her şeyin öncesini ve sonrasını bilir; Allah
Teâlâ her an yeni bir ilahi tasarruftadır; her şeyi an be an yeniden yaratmaktadır;
dolayısıyla insanın alnına yazılmış bitmiş kader yoktur; insanın kaderi, tercihlerine
göre şekillenmekte, alnına an be an, saniye saniye yazılmaktadır.
Maalesef insanın karşısına çıkan olaylara
verdiği tepki unutulup iradesi yok sayılınca Cebriye/kadercilik gibi sakat bir anlayış
ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre insan kaderinin mahkûmudur; elinden hiçbir
şey gelmez; rüzgârın önündeki yaprak/tüy gibidir; başına gelenlere katlanmak
zorundadır. Kanaatimizce böyle bir kader anlayışını hiçbir şekilde kabul etmek mümkün
değildir.
Esasen kabahatleri sebebiyle
karşılaştıkları olumsuzlukları görmek istemeyen ve suçu başkasına yükleme
derdinde olanlar hep “kaderciliğe” sığınmışlardır. “Takdîr-i İlâhî ne yapalım işte?” diyerek sorumluluklarından sıyrılabileceklerini
zannetmiş ve yanılmışlardır.
Mesela alkollüyken araç kullanan, fakat
sonunda kaza yaparak sakat kalan birisinin böyle bir sözle kendini savunmaya/avutmaya/uyutmaya
kalkışması kesinlikle yanlıştır. Veya Belediye’nin haberi olmadan dere yatağına
kaçak olarak yaptığı evini sel sularına kaptıran bir adamın önce; “Nerede bu devlet? Nerede bu millet” diye
bağırması, ardından biraz daha aklı başına gelip sakinleşince; “Ne yapalım takdîr-i ilâhî işte” diyerek
kendini avutması bir züğürt tesellisidir; selim akıl sahipleri yanında bu
söylemlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Böyle kimseler önce kendi
yanlışlarını sorgulamalı, Yüce Allah’ı ve kaderi suçlamayı bir kenara
bırakmalıdır.
İnsanlar sebepler dünyasında yaşar.
Yaşananlar tabiatta Allah’ın var ettiği rasyonel sebeplerle gerçekleşir. Mesela
ateş yakar, kaynamış su haşlar, su yüzme bilmeyeni boğar, yüksekten bırakılan
bir madde “yer çekimi” nedeniyle aşağıya doğru hızla düşer. Güneş batıdan doğar,
şiddetli soğuk dondurur, şiddetli sıcak kavurur. Bütün bu ve buna benzer
sebepleri görmezden gelenler “yanlış bir kader anlayışına” savurulur ve
tepetaklak olurlar.
Tabiata var olan bu gerçekler kıyamete
kadar da değişmeyecektir. Dolayısıyla kendi hatasını görmeyerek suçu kadere
yüklemek doğru değildir. Bütün bu kuralların gereğini yapmayanlar yanar,
haşlanır, boğulur, yüksekten düşüp ölür, soğuktan donar veya sıcaktan kavrulur.
Şu halde suçlu kimdir bunun çok iyi sorgulanması gerekir. Suçlu, tedbirsiz
hareket eden ve kaderi/tevekkülü yanlış anlayanlardır.
Allah Teâlâ her insanın kaderini kendi
boynuna dolamıştır. (İsrâ, 17/13-15) İnsanın başına bir iyilik gelmişse
bu, Allah katındandır; kötülük gelmişse bu, kendi yapıp ettikleri sebebiyledir.
(Nisâ, 4/79)
Sorumluluk sahibi olması gerekenler,
yaptıkları hataları görmeyerek “kaderciliği” savunurlarsa bu, asla doğru olmaz.
Mesela inşaatın demirinden ve çimentosundan çalarak kalitesiz malzeme ve
işçilikle yaptırdığı bina hafif şiddetteki depremde yerle yeksan olan bir
müteahhit, kabahati kendinde bulmuyor da depreme yüklüyorsa onun bu yaptığı yanlıştır.
Veya bu kişinin “altımız çürük ne
yapalım?” demesi doğru değildir. Veyahut “takdîr-i ilâhî işte, ne yapalım?” diyerek suçunu örtbas etmeye
kalkışmasının hiçbir makul gerekçesi yoktur. Böyle bir tavrın arkasına
saklanmak hem şeytânîdir hem de Yüce Allah’a atılan korkunç bir iftiradır.
Aynı şekilde araştırıp sorgulamadan bu tür
binaları satın alanlar da eşit derecede sorumludur. Yine kontrol görevini
yeterince ve özenle yapmayıp görevlerini savsaklayan yetkililerin/teknikerlerin
de sorumluluktan kurtulabilmeleri mümkün değildir. Bu bakımdan herkes suçu
başkalarına atmak yerine can güvenliği için sağlam binalar yapmalı, bu tür
binalarda oturmayı tercih etmeli ve bahane üretmekten vazgeçmelidir.
Gelişmiş başka ülkelerde, daha büyük
şiddetteki depremlerde sağlam yapılmış binalara hiçbir şey olmazken, hep İslam
ülkelerinde bu tür olayların yaşanıyor olması “yanlış kader anlayışının” tabiî
bir sonucudur. Dolayısıyla Yüce Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyenlerin
Allah’ı suçlamaya hakları yoktur. Zira kişinin kaderini büyük ölçüde belirleyen
‘bilinçli tercihleriyle ortaya koyduğu kendi söz ve davranışlarıdır; hâdiseler karşısında
gösterdiği menfi veya müspet tepkileridir. Yani kişinin kaderiyle bunlar
arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur ve insanın kaderi “kişiliğiyle ve genel
gidişatıyla” ayrılmaz bir biçimde ilişkilidir.
Gönülden inanarak Yüce Allah’a teslim olan,
tercihlerini hak, adâlet ve insaf ölçüleriyle yapan, sonra da dürüst ve erdemli
davranışlar ortaya koyanlar güzel bir kader çizgisiyle karşılaşırlar. (Nahl,
16/97) Tersini yapanlar ise hem bu dünyada hem de ahirette “gerçek mutluluğu” asla
yakalayamazlar.
Sonuç olarak, suçu Yüce Allah’a, kadere
veya başka varlıklara yüklemek son derece yanlıştır. “Nasip”, “kader,” “kısmet”
diyerek kendilerini avutan, hatalarını görmek istemeyen ve sebeplere sarılmayı
terk edenler ancak ve ancak kendilerini aldatan gafillerdir. (25.03.2010)
Yorumlar
Yorum Gönder