Kur’an-ı Kerim, Kadın Dövmeyi Kesinlikle Yasaklar (151)
Kur’an-ı Kerim, Kadın Dövmeyi Kesinlikle Yasaklar (151)
İslam, kadına yönelik şiddeti onaylamadığı
halde bazı kimseler “nüşuz” yapan kadınların dövülebileceğini iddia etmekte ve
bu görüşlerini savunurken de Nisa Sûresi
34. âyeti iddialarına delil olarak getirmektedir.
Müfessirlerin çoğunluğu Nisa Sûresi 34. âyete şu anlamı vermişlerdir:
“Erkekler,
kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden
üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin
geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın
(kendilerini) koruması sayesinde onlar da ‘gayb’ı korurlar. (Evlilik
yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt
verin, onları yataklarında yalnız bırakın! (Bunlar fayda vermez de mecbur
kalırsanız) onları (hafifçe) dövün! Eğer itaat ederlerse, artık onların
aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.”
Kur’an yorumcularını “kadınların
dövülebileceği” kanaatine ulaştıran husus, “Kur’an ve sünnet bütünlüğünü” göz
ardı etmeleri ve âyette geçen “darebe” fiilinin sadece “bir anlamına” bakmalarıdır.
Kanaatimizce bu ayette “darebe” fiiliyle erkeklere “nüşuz yapan kadınları dövün!”
denilmemektedir.
Âyeti daha iyi anlayabilmek için öncelikle
“nüşuz” kavramını açıklayalım.
Nüşuz, “bazı tavır ve davranışları
sebebiyle aile hukukuna başkaldırma belirtileri gösteren, aileye ihanet etme
durumuna gelen, ailenin şerefine leke sürme olasılığı güçlenen kimseler” için kullanılır.
“Nüşuzundan korkulan kadın” ifadesiyle “iffetsizlik, sadakatsizlik veya flört
ettiği şüphesi güçlenen, böyle tehlikeli bir yola girerek ailenin huzur ve
düzenini bozan kadın” kast edilir. (Nüşuz, “aldatmanın” bir önceki aşamasıdır.
Nitekim aldatma kesin delillerle ispat edildiği takdirde izlenecek yol/yöntem
farklıdır.) Bu bakımdan Nisa Sûresi 34. âyette
iffetsizlik yaptığına dair emareler beliren kadınlarla ilgili üç aşamalı bir
plandan/seçenekten söz edilir.
(Bu arada Kur’an-ı Kerim’de “nüşuz yapan
kadınların öldürülebileceğine dair” hiçbir âyet yoktur. Şu da belirtilmelidir ki,
bu âyet “saliha kadınlarla” ilgili değil, tam aksine sadece “nüşuz yapan kadınlarla”
alakalıdır. Dolayısıyla bu âyeti gerekçe göstererek kadınlara yönelik şiddeti meşrulaştırmak
ya da savunmak son derece tehlikeli ve yanlıştır.)
Bir kısım meallerde “nüşuz” kelimesine
verilen “dikbaşlılık”, “serkeşlik”, “itaatsizlik” veya “ sivrilik” anlamları
kanaatimizce isabetli değildir. Zira verilen bu anlamlar erkeğin keyfi
davranışlarına kapı aralamaktadır. Ayrıca “serkeşlik” ifadesi konuyu tam olarak
izah edememekte, “itaatsizlik” ise aynı şekilde erkeğin keyfi uygulamalarına neden
olmaktadır. (İtaatsizlik anlamı tıpkı geçmiş yıllarda “disiplinsizlik”
kavramını istismar ederek keyfi kararlar alan ve bazı memurların meslekten
ihraç edilmelerine yol açan seçkinci jakobenlerin uygulamalarına benzetilebilir.)
Kanaatimizce hala yazdıkları meallerde “dik
başlılık”, “serkeşlik”, “itaatsizlik” veya “sivrilik” anlamlarını kullanan ve savunanların
şu sorulara cevap vermeleri gerekir:
Acaba sivrilikle kastedilen nedir? Bu kime
göre sivriliktir? Nasıl bir sivriliktir? Sivriliği kim tayin edecektir? Bu
konuda kararı kim verecektir? Birileri keyfi olarak; “Tamam işte, sivrilik yaptı ben de onu dövdüm!” derse durum ne
olacaktır?
Ayrıca kime göre dik başlılıktır? Nasıl bir
dik başlılıktır? Bu herkese göre değişen/ göreceli bir konu değil midir? Bunun
kararını kim verecektir? Burada da bir keyfiliğin önü açılırsa ve örneğin “karısının
anne ve babasının evine gitmesini dik başlılık olarak gören ve bunu yasaklayan bir
erkeğe” kim mani olabilecektir?
Bu bakımdan “nüşuz” kavramına söz konusu
anlamlar yerine “iffetsizlik ve sadakatsizlik” manası verilecek olursa bütün bu
problemler çözüme kavuşur. Zira sözlüklerde iffetsizlik veya sadakatsizlik
“cinsel konularda ahlak kurallarına bağlılık göstermeyerek az ile yetinmemek ve
gözün dışarıda olması” şeklinde tarif edilmektedir.
Bu kısa açıklamalardan sonra şimdi de
ayette geçen “darebe” fiilinin anlamlarına bakabiliriz.
“Darebe” fiili Arapçada pek çok anlama
gelmektedir. Mesela “bir şey üzerine bir şey oluşturmak”, “yollarda ayak ile iz
oluşturmak” yani; rızık, ticaret veya savaş amacıyla yola çıkmak bunlardandır.
Araplar misafire “dârib” (yol tepen, yola çıkan, yoldan gelen) demişlerdir.
Aynı şekilde “yağmurun topraktaki izi, Musa’nın denizde İsrailoğulları’na
asasıyla yol açması, tuvalete defi hacet için hızlı gitmek, bir yere bir şey
dikmek, bir şeyi bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek,
akrep sokması, kalp atışı, nabız vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret,
sıkı tutmak, kavgadan, belâdan kaçmak, bir yere varıp dikilmek, örnek vermek,
uzaklaştırmak, ayırmak” gibi pek çok mana da “darebe” fiiliyle ifade edilir.
(Bkz. Lisanu’l-Arap, 5/477, 483; el-Müfredat s. 294.)
Görüldüğü üzere “darebe” fiili “dövmek”
anlamlarıyla meşhur olsa da başka manaları da mevcuttur.
Dolayısıyla mezkûr ayette geçen “darebe”
fiiline bakıp anlamlarından sadece biri olan “dövmeyi” esas almak ve Hz.
Peygamber’in hiç yapmadığı ve tavsiye etmediği bir sonuca ulaşmak doğru değildir.
Kanaatimizce bu zamana kadar yapılan yorumlar/uygulamalar “Kur’an’a ve sahih sünnete
bütüncül bakılmamasından”, ataerkil anlayıştan ve bu konudaki “bilgi
eksikliğinden” kaynaklanmıştır. Doğal olarak bu durum, Kur’an’ın gerektiği gibi
anlaşılmasını zorlaştırmış ve İslam’ın imajının zedelenmesine de yol açmıştır.
Nitekim bu konuda yeterince dikkat ve özen
gösterilerek hazırlanmayan meal ve tefsirlerin çoğunda “darebe” fiilinin
“dövmeye” işaret ettiği sonucuna ulaşılmıştır. 1400 yıldır savunulan bu görüş
nedeniyle de İslam maalesef tüm dünyaya doğru tanıtılamamıştır.
Bizim ulaştığımız kanaate göre “darebe”
fiili âyette “dövme” anlamında değil, “evden uzaklaştırma” yani; “ayrılık” manasında
kullanılmıştır. Âyette geçen “darebe” fiili dövme anlamına gelmemekte, tam
tersine “geçici ayrılığı” seçenek olarak sunmaktadır.
Bu bakımdan âyette tavsiye edilen “üçlü seçenek”
bize göre şu şekilde anlaşılmalıdır:
“Etkili iletişim, cinsel yalnızlık, mekânsal
ayrılık.”
Konuyu biraz daha açıklamaya çalışalım.
Burada “etkili iletişim” ile kast edilen, “erkeğin
eşiyle karşılıklı iletişim kurması, onunla güzel güzel konuşması, çarpıcı örnekler
vermesi, ona değer verdiğini hissettirmesi, bunları yaparken samimi olduğunu
göstermesidir. Eşine sevgisini fark ettirmesi, bu yuvanın yıkılmasını
istemediğini en güzel şekilde anlatması, düşünmeye sevk edecek sorular sorması,
hatasını kavramasını sağlaması, onunla nazik ve kibar bir şekilde konuşması,
ayrıca eşini dinlemesi, onu anlamaya çalışması, ona sevgi ve merhamet göstermesi,
yuvalarının yıkılmaması konusunda onu ikna etmeye vs.” çalışmasıdır.
“Cinsel yalnızlık” ile kast edilen ise, “eşini
yatakta yalnız bırakması, aşağılamadan, kızmadan, küstürmeden, kırmadan,
hakaret etmeden, küçük görmeden cinsel birliktelikten uzaklaşması, gerekçesini
iyi bir şekilde açıklaması, yanlış davranışlarının kendisini üzdüğünü
hissettirmesi, bu tavrının (nüşuz) aile yuvasını tehlikeye attığını fark
ettirmesi, işin ciddiyetini anlatması, bu durumu anlamasını ve idrak etmesini
sağlamaya çalışmasıdır. (Bu arada erkek de kendi muhasebesini yapmalı, eşinin
böyle bir sürece girmesinde kendi rolünün olup olmadığını sorgulamalı,
özeleştiri yapmalı ve varsa o da hatalarıyla yüzleşmelidir.)”
“Mekânsal ayrılık” ile kast edilen ise
diğer iki seçenek sonuç vermediğinde “evden uzaklaştırma seçeneğinin” devreye girmesidir.
İlk iki seçenek başarılı olmadığında üçüncü seçenek olarak kadının babasının
evine, kadın sığınma evine gitmesi yahut kendi imkânlarıyla bir başka eve taşınmasıdır.
Eğer kadının gidecek hiçbir yeri yoksa o takdirde koca evden ayrılıp başka yere
taşınabilir. Bir kaç ay daha bu şekilde “her ikisinin boşanmanın olumsuz
etkilerini düşünmelerine” imkân sağlanabilir. Kim bilir belki de bu üçüncü
seçenek sonrası eşler birbirlerinin değerini çok daha iyi anlayabilir ve aile
yuvasını dağılmaktan kurtarılabilir.
Ancak bütün bu seçeneklere rağmen hala
sorun çözülmüyorsa, ailelerin tayin ettiği “ehil hakemler” de başarılı
olamamışlarsa, artık eşlerin boşanmaları elzem olmuştur. Eşler mahkeme kararıyla
boşanır ve herkes kendi yoluna gider. Kimse artık bir diğerini suçlayamaz.
Çünkü her iki tarafta bütün haklarını kullanmış, kendi kararlarını özgür
iradeleriyle vermiş ve başkalarını suçlama hakları da tamamen ortadan kalkmıştır.
Dolayısıyla yuvanın yıkılmasının acı sonuçlarına bundan böyle ikisinin birlikte
katlanmaları gerekecektir.
Özetle, nüşuzundan korkulan kadın “etkili
iletişim” seçeneğiyle düzelmemişse, “cinsel yalnızlığa” terk edilir, ona değer
verilmez ve hatasını anlamasına imkân sağlanır. (Bu arada erkek de kendini
sorgular.) Bu seçenekten de istenilen sonuç alınamadığında ise her ikisinin daha
iyi düşünmelerini sağlamak üzere “mekânsal ayrılık” maddesi/seçeneği devreye
girer.
İnsan fıtratına çok daha uygun bu üçlü
seçeneğe rağmen birileri; “Hayır biz
döveriz. Kadınlar ancak dayaktan anlar. Dövüyorsak aile yuvasını kurtarmak için
dövüyoruz. Onun iyiliğine yapıyoruz. Dövmek Kur’an’da vardır. Dayak cennetten
çıkmıştır. Bazı sahâbîler de eşlerini dövmüştür. Peygamber dövmese de biz
döveriz!” diyorlarsa bu, o kişilerin saplantılarıdır. Ancak bu tür
anlayışlar ve yaklaşımlar bize göre son derece sakat ve çirkindir.
Görüldüğü üzere “kadına dayak savunuculuğu”
şu an “olanlardır” ve maalesef “yaşananlardır.” Lakin bizim yukarıdaki
tespitlerimiz ise Kur’an-ı Kerim ve sahih sünnetin ilke, amaç, maksat ve
hedefine daha uygun olan, müslümanlara yakışan ve “olması gerekenlerdir.” Bu
bakımdan “olması gerekenleri” savunan birine “olan yanlışları” gösterip onu eleştiriye
kalkışmak sadece ve sadece hamakattır/aptallıktır/sefihliktir.
Kanaatimizce muttakilere yakışan her zaman
ve her yerde adaletli ve tutarlı olmak, zulümden uzak durmak, insan fıtratına
uygun davranmak ve bütün dünyanın örnek alabileceği uygulamalara imza atmaktır.
Biz “darebe” fiiline “dövme” manasını veren
ve kadınların dövülebileceğini ifade edenlerin “bu düşüncelerini ifade
etmelerine” saygı duymakla beraber “bu görüşe” kesinlikle katılmıyoruz. Zira bu
fiilin Arapçada “ayrılık” manasına geldiği, ayrıca Hz. Peygamber’in eşi Hz.
Âişe’ye iftira atıldığında onu babasının evine gönderdiği ve gerçeklerin ortaya
çıkması için bir müddet beklediği akıldan çıkarılmamalıdır.
Bu itibarla dünya kamuoyu asırlardır bu âyet
hakkında konuşurken, kadınlar bu âyetin yanlış yorumlarıyla suiistimal edilip
kışkırtılırken, Batı dünyası İslam’a her fırsatta saldırırken, doğru yorumlar
üzerinde kafa yormak her İslam âliminin boynunun borcudur. Hatada ısrar etmek
doğru değildir. Zira Kur’an’ı en iyi anlayan Hz. Peygamber hiç bir zaman kadınların
dövülmesini savunmamış ve her türlü dayağa karşı olmuştur. Bu bakımdan mü’minler
onun bu yönünü örnek almalıdır.
Öte yandan şunu ifade edelim ki, bir
kelimenin “otuz yedi anlamı” varken sadece bir anlama takılıp diğer manaları göz
ardı etmek doğru değildir. Batılılar bu âyete verilen “hatalı anlam” yüzünden
İslam’ın kadınlara hiçbir hak vermediğini iddia ederken, her fırsatta dinî
değerlere saldırırken, bu yolda bir hayli mesafeler kat etmişken, müslümanların
kendi içlerine kapanıp hâlâ Batılıları haklı çıkarırcasına dayağı savunmaları, kelimeyi
tek bir anlama hapsetmeleri ve diğer anlamları göz ardı etmeleri uygun
değildir. Zira Hz. Peygamber’in hiç yapmadığı ve ashabına da kesinlikle tavsiye
etmediği bir uygulamayı meşru göstermeye çalışmak isabetli değildir.
Kur’an’ı açıklama görevi olan Hz. Peygamber
“bu âyeti” doğru anlayıp açıklamışken, çoğunluğun görüşüne katılarak bunun tam tersini
savunmak, “Ataları aklını kullanmayan ve
yanlış yolda olan kimseler idiyse de mi hala ısrarla atalarının peşinden
gidecekler?” diyen Kur’an’a kulak vermemektir.
Dolayısıyla Kur’an ve sahih sünnete “bütüncül
bakmak” şarttır. Geçmişten gelen bazı yanlış uygulamaları körü körüne devam
ettirmek, eleştirmeden alıp kabul etmek insanları yanlış yollara götürmektedir.
Unutulmamalıdır ki kadına dayak konusu İslam ile ilgili değil kültürle ve
gelenekle alakalıdır. İslam (Kur’an’ın ve sünnetin genel ilke, maksat, amaç ve kuralları)
dayağı hiç bir şekilde tecviz etmemektedir.
Tekrar şunun altı çizilmelidir ki burada
önemli olan İslam’ın yanlış tanıtılıp tanıtılmaması meselesidir.
Önemli olan, insanlığa hoş/şirin gözükmek
değil, İslam’ı doğru anlayıp yaşama, en iyi şekilde tanıtabilme/temsil edebilme
meselesidir.
Önemli olan, insanları özellikle kadınları
İslam’dan soğutup soğutmama meselesidir.
Önemli olan, tebliği en doğru şekilde yapıp
yapmama meselesidir.
Önemli olan, İslam’a atılan iftiraları en iyi
şekilde açıklayıp, haksız saldırıları bertaraf edip edememe meselesidir.
Önemli olan, aklı başında insanları ikna
edebilme ve onlara etkili ve doğru çözümler sunabilme meseledir.
Önemli olan, düşünen ve sorgulayan bütün
insanlara tutarlı cevaplar verebilme meseledir.
Dolayısıyla tüm bunları yapmadan, âyet hakkında
geçmişte yapılmış “hatalı yorum ve uygulamalara” bakarak İslam hakkında yanlış
düşüncelere kapılan ve bu yüzden de İslam’ın imajını zedeleyen Batılıları
suçlamak doğru değildir; zira onlar vazifelerini yapmaktadır. Bu nedenle “âyetin
yanlış yorumlarına bakarak “İslam’da kadın hakları olmadığını” ısrarla ve güçlü
bir şekilde seslendiren ve dünyada da epeyce taraftar toplayan kafirlere/ münafıklara/müşriklere
karşı bir şeyler yapmayan tüm müslümanlar sorumludur.
Kaldı ki dayak, her dönemde dünyanın her
yerinde olmuştur; bugün de maalesef olmaktadır; ama doğrusu hiç olmamasıdır. Bu
da elbette zordur; ama ideal olan budur. Erkek karısını, kadın çocuğunu, usta
çırağını, öğretmen öğrencisini, komutan askerini dövmemelidir. Hiç kimse bir
diğerine ne fiziksel ne sözel ne de psikolojik şiddet uygulamalıdır. Kimse
kimseyi hiç bir şekilde incitmemelidir. Kurallar hâkim olmalı ve herkes bu kurallara
uymalıdır. Kurallara uymayanlar da suçuna denk ceza neyse onunla tecziye
edilmelidir.
Sonuç olarak, müslümanlar önce kendi din algılarını/anlayışlarını
gözden geçirip hatalı yorumları düzeltmeli, art niyetli kimselerin ellerine koz/malzeme
vermemeli, hayat boyu dürüst ve erdemli davranışlar sergileyip tüm dünyaya
örnek olmalı, kadınların kıymetini bilmeli, onları incitmemeli, Kur’an ve sahih
sünnetin ilke, amaç, gaye, hedef ve maksadına uygun çözüm önerileri
geliştirmeli ve bunu da dosdoğru bir şekilde anlatmalıdır. (13.01.2010)
Yorumlar
Yorum Gönder