Yanlış Allah Anlayışı-2 (37)
Yanlış Allah Anlayışı-2 (37)
Ahmed Bican, Envâru’l-Âşikîn’de
naklettiği uydurma bir rivâyette “cehennemden çıktıktan sonra cennete girecek
günahkâr mü’minlerin alınlarına (هولاء الجهنميون
عتقاء الرحمن) “Hâülâi’l- Cehennemiyyûne Utekâu’r-Rahmân” (İşte
bunlar cehennemlikler! Rahman’ın azat ettiği kimseler!) yazısının yazılacağını,
bu kimselerin gâyet melûl ve mahzun olacaklarını, cennet ehlinden utanacaklarını
ve ağlayacaklarını”, bunun üzerine Yüce Allah’ın Cebrâil’e “bu yazının
silinmesi emrini vereceğini” anlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in ve Resûlullah’ın bize
tanıttığı Yüce Allah’ın böyle bir yazıyı günahkâr müminlerin alnına “daha en
baştan yazdırması” ve böyle bir uygulamada bulunması söz konusu değildir.
Çünkü kullarının ayıpların örten, tövbeleri
kabul eden, rahmet ve mağfiret sahibi Yüce Allah’ın “cennete sonradan
girecek olsalar bile” mü’minlere bu şekilde “ikinci sınıf insan”
muâmelesini revâ görmesi söz konusu değildir.
Kaldı ki cennette gam, keder ve
üzüntü olmayacağına göre böyle bir rivâyetin doğru olması da imkânsızdır.
Çünkü böyle bir yazının o kişileri çok üzeceği açıktır; dolayısıyla böyle bir
yazının yazılması da söz konusu değildir.
Ayrıca böyle bir yazının alınlara
yazılmasının kime ne yarar sağlayacağını da anlamak güçtür. Cennete kıskançlık,
kin ve hased gibi kötü duygulara yer olmadığına göre, tamâmen insânî duygularla
üretilmiş böyle bir mizanseni, Yüce Allah’a izâfe etmek ve Resulullah’a nispet
etmek doğru değildir. Görüldüğü üzere bu rivâyetin uydurma olduğunda şüphe
yoktur.
Bîcan’ın naklettiği bir diğer uydurma rivâyette
ise Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e: “Ya Muhammed! Benim dahi senin
katında bir hâcetim vardır” dediği, Hz. Peygamber’in: “Ya
Rabbi, Rabbin kuluna ne hâceti ola ki?” diye sorduğu, Allah’ın: “Benden
ne kadar dilersen dile ki sana vereyim. Zîra ben kerim padişahım. Şol kadar
vereyim ki benden razı olasın. İzzetim hakkı içün, eğer cemî halkı
(yaratılmışları) benden ister isen sana vereyim” dediği haber
verilmektedir.
Burada her ne kadar Yüce Allah’ın kerim,
cömert, zengin ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, Hz. Peygamber’in de ne kadar
üstün bir elçi olduğu mesajı verilmek isteniyor olsa da, Yüce Allah’ın
Peygamber’iyle “bu tarzda ve bu içerikte” bir diyaloga girmesi, Kur’ân-ı
Kerim’de anlatılan peygamber tasavvuruyla bağdaşmamaktadır. Zîra herkes
vazîfesini yapmaktadır. Zaten peygamberlere vaad edilen yüce makamlar bellidir ve
Allah Teala elbette fazlasını da vermeye kadirdir.
Hal böyleyken Allah-ü Teâlâ’nın bir kimseye
kendini bu şekilde ispatlamaya çalışması, onun bir eksikliği olduğu düşüncesini
akla getirmektedir ki, Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. Zaten Hz.
Muhammed’in O’ndan razı olduğu, O’na gönülden inanıp teslim olduğu, geceleri
ayakları şişinceye kadar ibadet etmesinden bellidir. Onun (a.s.) gâyesi; ne
cennet arzusu, ne de cehennem korkusudur. Sadece risâlet görevini tam ve
eksiksiz yaparak Yüce Allah’ın rızasını, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmaktır.
Şâhit olunduğu üzerede o, bu vazifesini hakkıyla yapmıştır.
Özetle ifâde edilecek olursa, Yüce
Allah’ı kişileştirerek, dolayısıyla da sınırlandırarak hâceti olan bir yaratıcı
şeklinde takdim etmek, İslâm’ın ortaya koyduğu inanç esaslarıyla çelişmektedir.
Dolayısıyla bu rivayet uydurmadır.
Ahmed Bîcan’ın İbn Abbas’tan naklettiği bir
diğer uydurma rivâyette ise, “Hz. Muhammed’in kıyâmet günü diğer peygamberlerin
“altın”dan minberler üzerinde otururken kendisinin oturmayıp beklediği, zîra
eğer kendisi cennete girerse, “ümmetinin geride kalıp cehenneme konulacağı
endişesini taşıdığı”, bunun üzerine yüce Allah’ın: “Ümmetine ne muamele
edeyim?” diye ona sorduğu, Hz. Peygamber’in de: “Ya Rabbi!
Hesaplarını kolay eyle” dediği, böylece Allah’ın onların kimini kendi
rahmetiyle ve kimini de Hz. Muhammed’in şefaati ile cennete koyduğu
anlatılmaktadır.
Bu rivâyette de Hz. Muhammed’in (a.s.)
diğer peygamberlerin aksine “fedâkar ve cefakâr bir şekilde” ümmetini
beklediği, çünkü “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği
kaygısını taşıdığı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere bu mesaj
verilirken böyle bir uygulamayı “Yüce Allah’ın yapabileceği zannının
oluşturulması bile” korkunç bir yanlıştır. Bir peygamberin, Allah’ın
adâletinden şüphe ettiği izleniminin doğmasına yol açan bu uydurma rivâyet hiç
düşünülmeden nakledilmekte, dolayısıyla Yüce Allah ve Peygamber’i yanlış
tanıtılmakta, ayrıca Müslümanlara yanlış bir şefaat anlayışı aktarılmaktadır.
Aynı şekilde Envâru’l-Âşikîn’de nakledilen
bir diğer uydurma rivâyette ise, Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında geçen “cehennem
konulu” diyalogda “sadece kendisine verilen görevi yapmakla sorumlu olan ve
günah işleme özelliği bulunmayan” Cebrâil’e söylettirilen sözlerle de Yüce
Yaratıcı yanlış tanıtılmıştır. Şöyle ki, cehennemin azâbının büyüklüğü
karşısında Hz. Peygamber ağlayınca Cebrâil de onunla birlikte dayanamamış ve
ağlamış, Hz. Muhammed, hiç günahı olmadığı halde ağlayan Cebrâil’e bunun
nedenini sormuş, o da şu şekilde cevap vermiştir: ‘Ya Muhammed hûd
(zaten) Tanrının mekrinden (hilesinden, ne yapacağından) emin olmazam,
azâbından korkarım (o yüzden ağlarım)’ demiştir.
Yüce Allah’ı en iyi tanıyanlardan biri olan
Cebrâil’e böyle bir sözün söylettirilmiş olması, onun adının bu rivâyete
maksatlı olarak karıştırıldığı düşüncesini akla getirmektedir. Zîra kural
tanımayan ve her istediğini istediği şekilde yapan bir Tanrı anlayışının
zihinlere yerleştirilmesine sebep olan bu uydurma rivâyeti nakletmek yanlıştır.
Çünkü Kur’ân’da kendisini bizzat tanıtan Yüce Allah’ın bu şekilde davranması
imkânsızdır. Dolayısıyla bu rivâyetin yahudi kültüründen etkilenen kıssacılar
tarafından uydurulduğu her halinden bellidir.
Sonuç olarak Ahmed Bîcan, eserinde yanlış
Tanrı tasavvurunun oluşumuna veya devamına neden olan pek çok uydurma hadise
yer vermiştir. Bu uydurma hadisleri insanlara din diye anlatan “merdivenaltı
din tüccarları” hala günümüzde de varlıklarını sürdürmektedir. Halkımızın ve
tüm Müslümanların bunlara ve anlattıkları şeylere karşı dikkatli olmalarında kendileri
açısından yarar vardır.[1] (14.09.2007)
Yorumlar
Yorum Gönder