Deccal'in çıkması kıyamet alameti midir?-1 (41)
Deccal'in çıkması kıyamet alameti midir?-1 (41)
(دجال) “Deccâl”; sözlükte “bir şeyi
örtmek, yaldızlamak, boyamak, kandırmak, karıştırmak, yalan söylemek,
aldatmak” anlamındaki (دجل) “de
ce le” kökünden türeyen bir kelimedir. “Deccâl”, “hakkı batılla
karıştıran, sözü süsleyip batılı hak gösteren, çok aldatan, çok yalancı
kimse” demektir. Klasik kaynaklarda ise, “âhir zamanda ortaya
çıkıp göstereceği hârikulade olaylar sayesinde bazı insanları dalâlete
sürükleyeceğine inanılan kişi” şeklinde tarif edilmektedir.
“Deccâl” kelimesi Kur’an-ı
Kerim’de geçmemektedir. Kitâb-ı Mukaddes’te ise, âhir zamanda gelecek
olan, “küçük boynuz, canavar” gibi sembollerle tasvir edilen, “Allah’ın
mâbedini tahrip eden” ve “O’na karşı gelen güçlü bir varlık” olarak tanıtılmaktadır. Yahûdîler
“deccâl”i kendilerini kurtaracağına inandıkları “Mesîh’in muhalifi” olarak
görmektedirler. Onlara göre “deccâl”, “Mesîh”in semavî ve ebedi krallığına
karşın, geçici dünyevi şeytanî gücü ve şeytanın krallığını temsil etmektedir ve
Dâvud’un neslinden gelecek bir “Mesîh” tarafından
öldürülecektir. Hıristiyanlık’ta ise, “âhir zamanda zuhûr edecek
düşman”, “fesat adamı, helak oğlu” şeklinde tanıtılmakta olup,
kıyâmetin bir alâmeti olduğuna inanılmaktadır.
Yahudî ve Hıristiyan tarihlerinin
incelenmesi sonucu, “deccâl” inancının yayılmasına eski efsânelerin “mevcut siyasî
durumlara göre” yorumlanmasının yol açtığı, Yahudî ve Hıristiyanlara
zulmedenlere zamanla efsânevî bir hüviyet kazandırıldığı ve böylece menkıbeler
oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
“Deccâl” konusu ile ilgilenen müsteşriklerden
bazıları, İslâm’daki “deccâl” telakkîsini tamamen Ehl-i kitâb’a
dayandırmışlarsa da, bu iddiaların isabetli olmadığı, benzerlikler bulunduğu,
ancak bunun da mutlaka birinin diğerinden aldığı anlamına gelmeyeceğini ifâde edenler
vardır. Fakat bütün bunlara rağmen kanaatimizce “ciddî bir etkilenmenin”
olduğu da gözden kaçmamaktadır. Zîra Kur’an’ın “karanlık” olarak nitelendirdiği
cahiliyye aklının “mâkul” olana değil, “mahsus” olana, akleden kalbe değil,
efsâneye dayandığının en güzel delilinin cahiliyye edebiyatı olduğu ve sözlü
olan bu edebiyatın kâhinler, arraflar, şairler ve kıssacılar tarafından temsil
edildiği bilinmektedir.
Toplumun ortak hafızasını temsil eden bu
zümrelerin sözlerini “anlam öncelikli” değil, “etki öncelikli”
kullandıkları ise mâlumdur. O dönemde gerek manzum, gerekse mensur olsun tüm
ürünlerin “bilgi taşımaktan ziyâde” dinleyenler üzerinde “etki uyandırmak,
duygularını harekete geçirmek” maksadıyla “icrâ” edildiği ve akıldan
ziyâde “hislerin ön plana çıkartıldığı” görülmektedir. Nitekim duygulara hitap
edilirken insanlara daha kolay tesir edebilmek ve onları etki altına alabilmek amacıyla
efsâneler kullanılmış ve sembollere de yoğun bir şekilde başvurulmuştur.
Çünkü mitolojik düşünce, temelde sembolleştirici bir düşüncedir. Çoğu
zaman bu mitolojik düşüncede olaylar “gizemli, çözülmeye muhtaç bir biçimde
kılık değiştirerek ve mantık ötesi bir özellik” taşıyarak anlatılmaktadır. İnsanın
ruhunun tâ derinliklerinden fışkırarak gelen oluşumlar, korkular, hayaller ve
tasavvurlar, sembolik bir dille diğer insanlara ulaştırılmaktadır. Bu
nedenle sembolik anlatım, dinleyenin zihninde “hayallerle canlanarak” daha
net bir şekilde belirmekte ve akılda daha kalıcı olmaktadır.
Bununla beraber, düşüncelerin anlatımı
esnasında tesiri artırmak maksadıyla “mecaz ve teşbihte aşırıya gidilmesinin” yanlış
inanç ve tasavvurların doğmasına yol açtığı gerçeği de göz ardı
edilmemelidir. Nitekim Budizm ve Hinduizm’de sembolleştirme ve teşbihte aşırıya
kaçılmasının doğal bir sonucu olarak adeta yitmiş olsa da, içten içe bir öz
halinde tevhîd düşüncesinin yattığı, antropomorfik unsurların ayıklanmasıyla
tevhîd pırıltılarının daha iyi müşahede edilebileceği ifâde edilmektedir.
Görüleceği üzere, insanların algılamalarını
kolaylaştırmak maksadıyla sembollerle anlatılan bazı hakikatlerin zamanla
yanlış anlaşılıp aktarılması, verilmek istenen esas mesajın tam kavranamayıp
unutulması veya değiştirilmesi mümkün olabilmektedir. Teferruatla
uğraşıldığında “bütün” göz ardı edilmekte ve “parçacı yaklaşımlar” esas
yörüngeden sapmaya neden olmaktadır. Dolayısıyla, tekrar doğru rotaya
dönebilmek için sapmanın olduğu yere varılması ve hataların bulunup
düzeltilmesi gerekmektedir. Bu arada istikametten ayrılmamak için
ise, Kur’an-ı Kerim’in ve sahih sünnetin ortaya koyduğu ölçülere göre hareket
edilmesi icap etmektedir.
Temel esaslar yanlış algılanıp
aktarıldığında tevhîd inancında bile asıldan uzaklaşıp ârizî olanın etkisine
girilmesi söz konusu olduğuna göre “deccâl” hususunda da Yahûdî
ve Hıristiyan kültürlerinden bir etkileşimin olması mümkündür. Bu
bakımdan, “deccâl” ile ilgili anlayışların arkasında yatan nedenler iyice
araştırılmadan, yabancı unsurların etkileri doğru tespit edilmeden, sağlam
bir muhakemeyle problemler çözüme kavuşturulmadan, sağlıklı bir din
anlayışına ve istenilen hedeflere ulaşmanın mümkün olamayacağı açıktır.
Bu itibarla, kaynaklarda sembolik bir dille
anlatılan “deccâl” ile ilgili rivâyetlere bu açılardan bakılmasının önemi bir
kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Bir başka ifâdeyle, sembolik olarak
anlatılan bir hususun müşahhas hale getirilmesi ve buradan yanlış tevillere
sapılması doğru neticeler doğurmamaktadır. Bu sebeple gerçeklerden uzaklaşılmaması
için kastedilen anlamın ne olduğunun büyük bir dikkat ve titizilikle tespit
edilmelidir.
Hadis mecmûalarındaki bazı rivâyetlerde
“deccâl”in âhir zamanda geleceği, yeryüzünde kırk gün kalacağı, ilahlık
iddiasında bulunacağı, sonunda Hz. Îsâ tarafından öldürüleceği; gözünün
birinin kör olduğu, alnında “kâfir” yazılı olacağı; Yahûdî asıllı İbn Sayyâd’ın
da “deccâl” olabileceği; Temim ed-Dârî’nin ıssız bir adada “Cessâse”
adındaki bir hayvanın yardımıyla “deccâl” ile görüştüğü; “deccâl”in
İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağı; “deccâl”in şerrinden emin
olmak için Kehf sûresinin ilk âyetlerinin okunması gerektiği; otuz civarında
“deccâl”in ortaya çıkacağı gibi farklı “deccâl” portrelerinin çizildiği
görülmektedir. Bu rivâyetler arasında çelişki olmadığını iddia edip savunmaya
çalışan İslâm âlimleri olduğu gibi, çelişkiler bulunduğunu söyleyenler de vardır.
Diğer taraftan orta yolu takip ederek “isnâd
açısından sahih kabul edilen” deccal ile ilgili rivâyetlerdeki ifadelerin “mecâzî
ifadeler” olduğu ve “güçlü bâtılın zaman zaman hakka galip olacağı” şeklinde
yorumlayanlar da olmuştur. Bununla birlikte, bu yorumların zaman içerisinde
farklı anlayışlar kazanacağını söyleyerek “tevakkuf edilmesi” gerektiğini
belirtenler de bulunmaktadır.
Bazı İslâm âlimleri ise, bu konudaki
rivâyetlerin Kur’an-ı Kerim ve sünnet ile telif
edilmelerinin mümkün olmadığı kanaatindedir. Onlar, “mehdî”,
“deccâl” ve “Mesîh” beklentilerinin “hasta akılların ürünü” olduğunu,
yeryüzünde bu tür efsânelere yer olmadığını, mitolojik “deccâl” inancının
Yahûdî ve Hıristiyanlara ait olup bu kültürlerden İslâm’a intikal ettiğini
ileri sürmektedirler.
Sonuç olarak, deccal ile ilgili bazı
uydurma hadisler olsa da “sahih olan hadislerdeki” teşbih ve mecâzî ifadeler
doğru anlaşılmalıdır.[1] (12.10.2007)
[1] Ayrıntılı
bilgi için Dr. Ahmet Emin SEYHAN’ın, “Hadislerde Kıyamet Alametleri”
adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 178-183.
Yorumlar
Yorum Gönder