Söylentiler mi Yoksa Kişinin Yazdıkları mı Delil Olur?
Günümüzde insanların büyük
çoğunluğu, birileri hakkında hüküm verirken ya yakın çevrelerinden ya da sosyal
medyadan okuduklarına/ duyduklarına göre hareket etmekte, bunlardan etkilenmekte,
dolduruşa gelmekte ve gerçeği araştırmadan alelacele kararlar almaktadır. Oysa
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlere bir haberle karşılaştıklarında o habere “inanmadan”
önce “araştırma” yapmalarını şart koşmaktadır. Âyeti birlikte okuyalım.
“Ey iman edenler! Size bir fasık (günaha batmış sorumsuz
biri) bir haber (sonuçları sahibini üzen veya sevindiren önemli bir bilgi)
getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için
o haberin doğruluğunu (kaynağını, iç yüzünü, etraflıca) araştırın! (sizi
aldatmak isteyenlerin gözünüzü boyamasına fırsat vermeyin! Her duyduğunuza
inanmaya teşne bir tavır içinde olmayın!)” Hucurât, 49/6.
Görüldüğü üzere âyet “tebeyyünü/
araştırmayı” emrederken müslümanların kahir ekseriyeti araştırma yapmadan
kulaktan duyma bilgilere hemen inanmakta, onlara bakarak karar vermekte,
sevdiği bir kimsenin söz konusu kişi veya olay hakkındaki “önyargılı/ hatalı/ taraflı/
yanlış/ isabetsiz yorumunu” esas almaktadır. Oysa bu yapılanlar doğru değildir.
Zira karar verecek kişi ne söylentilere ne de sevdiği kişinin kanaatine göre
değil “açık, şeffaf, berrak ve sapasağlam delillere” bakarak karar vermek
mecburiyetindedir.
Yarım asırlık ömrümüz bize
şunu göstermiştir ki, insanların çoğunluğu birisi hakkında hüküm verirken
maalesef “söylentilere” itibar etmekte, delil sorma veya gerçeği “araştırma”
zahmetine katlanmadan çok yanlış kararlar alabilmektedir. Suçlanan kişiyi
itibarsızlaştırmak için ortaya atılan yalanlara, hezeyanlara, iftiralara ve
palavralara inanmakta, üstelik duyduğu veya okuduğu yalan haberleri etrafına yaymakta,
günahını katmerlemekte, kul hakkı ihlalinde bulunmakta ve böylece vebal altında
kalmaktadır.
Görüldüğü üzere böyle bir
tavır içine girmek, Kur’ân-ı Kerîm’in mezkûr emrine karşı gelmek demektir. Zira
Kur’ân-ı Kerîm, “araştırın” diye emrederken o kişi “araştırmayı” rafa kaldırmakta,
adeta bu emri hafife almakta, üstelik yanlış kararlar vererek kendi sonunu
kendisi hazırlamaktadır.
Örneğin bir akademisyen
hakkında karar verecek kişi öncelikle o şahsın yüksek lisans tezine, doktora
tezine, doçentlik tezine, profesörlük tezine, yazdığı ilmi makalelere veya
sunduğu tebliğlere bakmak ve neleri söyleyip savunduğunu araştırmak/ incelemek zorundadır.
Bunların hiçbirini yapmadan “söylentilere” göre hareket eden ve söz konusu
akademisyeni karalayan müfteriler kervanına katılan birisi, Kur’ân-ı Kerîm’in bu
açık emrine karşı geldiği ve kul hakkı ihlalinde bulunduğu için kesinlikle sorumludur.
Yaptığı bu büyük yanlış
konusunda uyarıldığı ve âyetin emrine uygun hareket etmesi istendiği halde hâlâ
inatla hatasını savunmaya devam eden, duyduğu her habere inanan ve bu iftiraları
yaymaya devam eden birisi ise hem şeref yoksunu hem de namus fukarasıdır.
Sonuç olarak, bir olay
veya kişi hakkında karar vermek durumunda olan bir mü’mine düşen görev,
araştırma yapmaktır, delilleri toplayıp değerlendirmektir, kılı kırk yarmaktır,
büyük bir hassasiyet göstermektir ve en sonunda doğru ve sağlıklı kararı vermeye
çalışmaktır. Bütün bunları yapmayarak “söylentilere/ dedikodulara/ maksatlı
haberlere” göre hareket eden “yıpratma/ karalama/ itibarsızlaştırma”
kampanyalarının gönüllü figüranı/ taşeronu olan, kâfirlerin/ fasıkların/
müşriklerin/ münafıkların ve hasedçi müslümanların getirdiği haberlere hemen inanan/
kanan birisi tıpkı onlar gibidir. Elbette hatasını anladığı anda derhal dönmesi,
hakkını ihlal ettiği kişiden helallik istemesi ve bunu da tüm müritlerine/
takipçilerine bildirmesi kendi lehine olacaktır. Ancak böyle yapmadığında ahirette
kul hakkı borcundan kurtulamayacağı gibi biriktirdiği sevapların büyük bir
kısmını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. (06.07.2018)
Dr. Öğretim Üyesi Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yorumlar
Yorum Gönder