Şikayet Etmeye Hakkınız Var mı Acaba?
Bazı kimseleri anlamak gerçekten çok zor?
Hem yanlış bilgileri din diye anlatıp milleti cahil bırakıyor hem birilerinin
eline koz veriyor hem de kalkıp verdiği kozu kullananların yaptıkları
hezeyanlardan/ rezaletlerden şikâyet ediyor.
Örneğin Hz. Peygamber’in 53 yaşında
iken, henüz 9 yaşında olan Hz. Âişe ile evlendiğini ısrarla savunuyor; sonra da
kalkıp Danimarkalı bir karikatüristin, “Hz. Muhammed’i küçük bir kız çocuğunun
elinden tutarak çizdiği ve sübyancı olduğunu ima ettiği” karikatürden dolayı
eleştiriyor, kızıyor, köpürüyor. Oysa kendisi de bunu yazılı veya sözlü yapıyor
ve İslam düşmanlarının, müşriklerin ve münafıkların eline büyük bir koz veriyor;
ateistlerin böyle bir söylemi kullanarak gençleri dinden soğutmalarına zemin/
imkân hazırlıyor.
Ancak Hz. Âişe’nin Hz. Muhammed ile
evlendiğinde 18 veya 19 yaşlarında olduğunu söyleyenlerin “ciddi delillerini”
görmek istemiyor; bunu kabul etmiyor ve bunu savunanları da sapık ilan ediyor.
Bu ne büyük bir akıl tutulmasıdır! Bu ne büyük bir basiretsizliktir! Bu ne
büyük bir beyinsizliktir!
Aynı şekilde bu zihniyet sahipleri, “kıyametin
büyük alametleri” olduğunu her yerde söylüyor, yazıyor, savunuyor; sonra da
kalkıp bu alametlerden iki tanesi olan “Nüzul-ü İsâ” ve “Mehdî’nin gelişi”
konularını istismar ederek insanları kandıran, beyinlerini yıkayan, beklenen
mehdînin kendisi olduğuna inandıran, sinsi emellerine alet eden, müritlerinin hayatlarını
karartma ve ömür boyu cezaevinde çürütme pahasına çılgınca eylemlere giriştiren
ve şer odaklarının taşeronu olduğu gün gibi açık olan adamların yaptıklarından
şikâyet ediyor. Oysa Mehdî olduğuna gönülden inandıkları hocalarının “güçlü dinî
saygı uyandıran, üstüne titrenilen, Tanrı ile görüşen, hürmet duyulan,
mukaddes, tapınılacak ve uğrunda can verilecek derecede sevilen, dokunulmaması
ve karşı çıkılmaması gereken” birisi olduğuna inandırılmasında kendi sağladığı büyük
katkıyı/ payı unutuyor. Hâlâ Hz. Peygamber’in adını kullanarak “Nüzul-ü İsâ” ve “Mehdî’nin gelişi”ni de içeren kıyametin alametlerini savunuyor, milleti
yanlış bilgilendiriyor, müslümanların gafil avlanmalarına neden oluyor ve çürük
dinî bilgileri sağlam dinî bilgilermiş gibi sunmaya devam ediyor.
Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de küresel kıyametin
hiçbir alametinden bahsedilmediğini, sadece “kıyametin kopuşu esnasında yaşanacakların
haber verildiğini”, ansızın kopacak kıyâmetin hiçbir alametinin
olamayacağını, rivayetlerde anlatılanların problemli mevzûlar olduğunu
söyleyenlerin ciddi delillerini görmek istemiyor; bunu kabul etmiyor ve
bunu savunanları da “sünnet düşmanı, hadis düşmanı, Kur’ân müslümanı!” diyerek
suçluyor ve onlara hain gözüyle bakıyor. Öyleyse bu büyük bir akıl tutulması, büyük
bir basiretsizlik ve büyük bir beyinsizlik değilse nedir?
Aynı şekilde keşf, ilham ve rüya
yoluyla Hz. Muhammed’den hadis alınılabileceğini, Yüce Allah ile aracısız görüşülebileceğini,
O’ndan vahiy alınabileceğini her yerde söylüyor, yazıyor, savunuyor; sonra da
kalkıp bu tür mesnetsiz şeyleri kullanarak insanları kandıran, sinsi emellerine
alet eden, uluslararası güçlere “hizmet” eden adamların yaptıklarından
şikâyet ediyor. Oysa bu yanlış bilgileri savunan, söz konusu hainin/ hainlerin
eline koz veren ve milleti yönlendiren kendisi ve şürekâsı (ortakları/
yandaşları) değil midir?
Ancak keşf, ilham ve rüya yoluyla Yüce
Allah ve Hz. Peygamber’den bilgi alındığı iddiasının temellerinin çürük
olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’de böyle şeylerin olmadığını, sufîlerin bu gibi konuları
İslâm’a sokuşturmaya çalıştığını, amaçlarının etraflarına taraftar toplamak
olduğunu, bunların birtakım şarlatanlar/ uyanıklar olduğunu haykıranların ciddi
delillerini görmek istemiyor ve bu gerçeği bir türlü kabule yanaşmıyor.
Üstelik bu doğruları savunanları da; “Siz bunu anlamazsınız, avam bunu hiç anlamaz,
ancak havas ve havassu’l-havas anlar, sizi gidi sünnet düşmanları, sizi gidi hadis
düşmanları, sizi gidi tasavvuf düşmanları, size asla güvenmiyoruz!” diyerek
yaftalıyor. Öyleyse bu büyük bir akıl tutulması, büyük bir basiretsizlik, büyük
bir terbiyesizlik ve büyük bir beyinsizlik değilse nedir?
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in rüyada
görülebileceğini, şeytanın onun suretine asla giremeyeceğini her yerde
söylüyor, yazıyor, anlatıyor, savunuyor; sonra da kalkıp onu rüyasında
gördüğünü, kendisine talimatlar verdiğini, beklenen mehdînin kendisi
olduğunu söyleyen hoca müsveddelerinin/ sahte şeyhlerin/ mürşid-i nâkısların peşinden
giden zavallıların/ sefihlerin yaptıklarından şikâyet ediyor. Oysa bu görüşü
savunan ve milleti yanlış bilgilendiren bizzat kendisi değil midir?
Ancak bir kimsenin hayatında hiç
görmediği birisini rüyada görmesinin mümkün olamayacağını, Hz. Muhammed’i ancak
ve ancak sahâbe veya yaşadığı çağda onu tanıyanların görebileceğini, onların haricilerindekilerin Hz. Muhammed’i rüyada gördükleri
iddiasının zan olduğunu, “zannın hiçbir zaman gerçeğin yerini tutamayacağını
(Yûnus, 10/36)”, rüyada görülen şahısların genellikle bu kimselerin şeyhlerine/
hocalarına/ mürşitlerine benzediğini, Hz. Peygamber’i rüyada gördüğü iddiasının
mesnetsiz/ sübjektif/ indî mütalaalar olduğunu, konuyla ilgili bütün rivayetlerin
Kur’ân ve sahih sünnet’in ilkeleriyle çeliştiğini, Kur’ânî hiçbir dayanağının bulunmadığını
söyleyenlerin sağlam delillerini görmek/ duymak/ anlamak istemiyor; bunu
kabul etmiyor ve bunu savunanları da “sünnet düşmanı, hadis düşmanı, Kur’ân Müslümanı!”
diyerek itibarsızlaştırıyor. Bu ne büyük bir akıl tutulmasıdır! Bu ne büyük bir
basiretsizliktir! Bu ne büyük bir beyinsizliktir! Bu ne büyük bir
vicdansızlıktır! Bu ne büyük bir ahmaklıktır!
Dolayısıyla
sağlam dinî delilleri görmek istemeyerek şeyhlerini/ imamlarını/ hocalarını “takdir
etmeyi bırakıp kutsamaya” başlayanların böyle bir yanlışa düşmelerine neden
olanlar da yaşanan bütün felaketlerde pay ve sorumluluk sahibidir.
Zira İslâm’a
göre peygamberler dâhil olmak üzere sıddıklar, şehitler, sâlihler, velîler,
hatta melekler kutsallığın mahiyetini oluşturan “yaratılmışlık üstü ve
aşkın” özelliği taşımazlar. Bir müslümanın İslâm’ın bu temel ilkesini
çiğnemesi asla düşünülemez. Ancak “yaratılmışlık üstü ve aşkınlık” niteliği
nispet etmemek şartıyla “çok saygı gösterilen” anlamında Yüce Allah’tan başka
varlıklar için kutsal kavramı kullanılabilir. Bununla birlikte kutsiyetin
mecazî manada da olsa “insana izafe edilmesi” onda yaratılmışlık üstü bazı güç
veya özelliklerin mevcudiyetini akla getireceğinden sakıncalıdır.
Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm, bazı özel zamanlara, eşyaya ve mekânlara kutsallık atfetmiş
olmasına rağmen “din büyüklerinin ilâhî güçle temas kurdukları gerekçesiyle
kutsallaştırılmasını” doğru bulmamış, buna şiddetle karşı çıkmış (Tevbe, 9/30-31) ve insanların
birbirlerini Tanrı edinmelerini de şirk olarak değerlendirmiştir (Âl-i
İmrân, 3/64). Bu bakımdan Şia’nın imamlarını,
Sünnî’lerin bir kısmının da “din âlimi ve tarikat önderlerini aşırı derecede
yüceltmeleri ve onlara bir tür kutsallık atfetmeleri” kesinlikle doğru
değildir.
İtikâdî
ve fıkhî mezheplerin önde gelen âlimlerinin çok defa hatasız kabul edilmeleri,
görüşlerinin eleştirilmeksizin isabetli bulunması, vefat etmiş şeyhler hakkında
kutsiyetle irtibatlı ifadelerin kullanılması ve kendilerinden medet umularak
kabirlerine veya türbelerine gidilmesi, bu yerlere mabetlere benzer tarzda bir
ilgi ve alakanın gösterilmesi asla uygun değildir.
Görüldüğü üzere hem Yüce Allah hem de Hz. Muhammed;
rahiplere, papazlara, hahamlara, keşişlere, azizlere, velilere (!!!) “kutsallık
atfeden ve onları tanrılaştıran” sapık inanç ve davranışları kesin bir
dille reddetmiş, Ehl-i kitab’ın içine düştüğü yanlışa düşmemeleri konusunda
müslümanları uyarmıştır (Zümer, 39/3). Ancak bütün bu ikazlara rağmen
müslümanlardan bazılarının da aynı yanlışa düştüğü, sevdikleri din adamlarını
aşırı derecede yücelttiği ve “sözlerini tartışmasız emir telakkî ettiği”
görülmektedir (Mü’minûn, 23/53). Oysa İslâm’da kutsanan
şeyin “esrarengizlikle birlikte yüceltilerek akıl üstü ve tartışma dışı
bırakılması” tarzında bir kutsama anlayışı asla söz konusu değildir.
Bu
itibarla, daha önceki insanların yaptığı gibi Câhiliye dönemi müşrikleri de
“duyularla algılanamayan soyut bir
varlığa doğrudan yönelmenin imkânsız olduğunu” düşünerek tanrıları adına
taşlardan putlar yapmış, tanrılarının bu heykellere hulûl/ tecellî ettiklerine
inanmış (Nisâ, 4/117), onları dokunulmaz kabul etmiş, bu
aracıların kendilerini ilahlarına daha da yaklaştıracağını zannetmiş ve
nihayetinde de şirke saplanmışlardır.
Nitekim
Câhiliye dönemi Arap Yarımadası’nda yaşayan “putperestler”, her şeyi
yoktan var eden ve rızıklandıran üstün bir Yaratıcı’nın varlığına inandıkları
halde (Mü’minûn,
23/84-89; Ankebût, 29/61, 63; Zuhruf, 43/87),
duyularla algılanamayan O soyut varlığa doğrudan yönelmenin imkânsız olduğuna, ancak
birtakım aracılar vasıtasıyla O’na ulaşılabileceğine, dua edilebileceğine ve
O’ndan yardım istenilebileceğine inanmışlardır. Onlar, sosyal mevkîlerinden
dolayı “din adamlarını, kabile reislerini ve varlıklı kimseleri” Allah
Teâlâ’ya daha yakın kabul etmiş, bu gibi kimselerin aracılık yapma yetkisine
sahip “ikinci dereceden ilahlar” (Zümer, 39/3, 43-44; Yunûs,
10/18) olduklarını düşünmüşlerdir. Ayrıca
onlar, tanrıları adına taşlardan heykeller yapmış, tanrılarının bu heykellere
hulûl ettiklerini düşünmüş, putlara tapınmanın kendilerini ilahlarına daha da
yaklaştıracağına inanmış ve böylece şirke bulaşmışlardır.
Sonuç olarak, çürük dinî bilgileri sanki
sağlam dini bilgilermiş gibi halka anlatan, insanların zihninde sahte/
yanlış bir kutsal algısının oluşumuna neden olan, dinin bir yorumunu (ictihad)
din zannederek ona körü körüne bağlanan, hadis görünümlü masal, hikâye,
mitoloji, İsrâiliyat ve Mesihiyat’ı savunarak Hz. Muhammed’e iftira attığını dahi
fark etmekten aciz olan, müslümanları Allah ile aldatanların ellerine kozlar
veren, sonra da ortaya çıkan felaketlerden/ musibetlerden/ kanlı hâdiselerden
şikâyetçi olanlar ya samimi değildir ya cahillerin ta kendileridir.
Böylelerinin ve onların peşlerinden gidenlerin ağlamaya ve sızlamaya asla hakları
yoktur. Yapmaları gereken; “müslümanları sağlam dini bilgilerle buluşturmak
ve şarlatanların/ hoca müsveddelerinin foyalarını meydana çıkartmak” için
Kur’ân’ı, sahih sünnet’i, aklı, bilimi ve tarihi gerçekleri savunanların
söylemlerini daha güçlü bir şekilde ortaya koymalarına imkân tanımak, onların
doğrularını sahiplenmek ve diğer çürük görüşleri ademe (yokluk) mahkûm
etmektir. Aksi halde belanın birinden kurtulurken diğerine düşülmesi
kaçınılmaz olacaktır. Çünkü göz olanı görürken, akıl gözü ise olacakları
görür ve gereken tedbirleri zamanında alır. Dolayısıyla sorunların
kaynağına inmeyenlerin, kendi zihin dünyalarında köklü bir değişim ve dönüşüm
başlatmayanların, bataklıkları kurutmayanların “sivrisineklerden şikâyet
etmeye” asla hakları yoktur. (22.07.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder