Rabıta Yapmak Adamı Şirke Götürür!
Her şeyden evvel şunu ifade edelim ki, Yüce Allah
insanoğluna şah damarından daha yakındır; dua edenlerin duasına en güzel
şekilde karşılık vereceğini kendisi ifade etmektedir (Sâffât, 37/75. Ayrıca
bkz. Bakara, 2/186; Neml, 27/62). Dolayısıyla O’na yaklaşmak için araya
aracılar koymak, Yüce Allah’a büyük bir saygısızlıktır/ terbiyesizliktir/ hakarettir/
densizliktir.
Zira Allah Teâlâ’nın bizzat kendisi Kur’ân’da “kuluna çok yakın olduğunu” şöyle haber
vermektedir:
“Gerçek
şu ki, insanı yaratan Biziz ve onun içindekinin (şeytanın) ona ne fısıldadığını
Biz biliriz: çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16)
“Ey
iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve
Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer
(Allah size çok yakındır). Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl, 8/24)
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Yüce Allah’a
yönelmek ve sadece O’ndan istemek gerekir. Bu itibarla araya aracılar koymak
doğru değildir. Nitekim Yüce Allah bir başka âyette şöyle buyurmaktadır:
“Öyleyse
[yalnız] Rabbinize yönelin ve [ölümün ve yeniden dirilmenin]
azabı başınıza gelmeden önce O'na teslim olun, sonra hiç kimse sizi koruyamaz.” (Zümer, 39/54)
Görüldüğü üzere kuluna çok yakın olduğunu
söyleyen Yüce Allah’tır. Öyleyse O’na yaklaşmak için “araya aracılar koymak ve onları
hayal ederek Yüce Allah’a ulaşacağını zannetmek” son derece tehlikeli bir yola
girmeyi kabullenmektir.
Tekrar ifade edelim ki, bizim burada kast
ettiğimiz rabıta, gözlerini kapatıp “şeyhinin/ hocasının fotoğrafına/ resmine
bakarak, onu hayal ederek onun vasıtasıyla Yüce Allah’a yaklaştığını iddia
edenlerin” yaptıkları rabıtadır. Böyle bir rabıta adamı şirke götürür. Bir
müslümanın böyle şeylere tenezzül etmesi asla düşünülemez. Zira şeyhini hayal
ederek onun resmine bakarak olgunlaşacağını ve kemale ereceğini düşünmek zavallılıktan
başka bir şey değildir.
Dolayısıyla böyle bir rabıta, tıpkı mayın
tarlasında yürümek gibidir ve her an insanın havaya uçmasına/ ölmesine neden
olabilir. Bu itibarla böyle bir rabıta, adamı şirke düşürür. Çünkü sahabe,
tabiîn ve tebeut’t-tabiîn döneminde olmayan dinin özüne aykırı bu eylemi/ uygulamayı
savunmak yoldan çıkmayı kabullenmek anlamına gelir.
Sırat-ı müstakîmi bırakıp dalâlete götüren
yollara sapmak cahil ve sefihlerin işidir. Bunları uyarmak ise dinî ilimlerle
meşgul olan samimi âlimlerin görevleri cümlesindendir. Bu vazifeyi yapanlara teşekkür
edeceklerine hakaret edenler ise sadece zavallılardır.
Bu nedenle “rabıtacılık oynayanlar” çok tehlikeli
bir oyun oynadıklarını bilmek zorundadırlar. Zira kuluna çok yakın olduğunu söyleyen Yüce Allah’tır. O’nun bu sözünü alaya/ hafife alarak rabıta
yapmayı önermek şirke kapı aralamak, O’nun koyduğu sınırları ihlal etmek ve
O’na karşı gelmektir.
Böyle bir rabıta, asla bid’at-ı hasene (güzel bir
âdet) değildir. Kaldı ki bu, bir bid’at-ı seyyie (kötü bir âdet) de değildir. Bu,
alenen hurafedir; sapkınlıktır; yapılması haramdır; caiz değildir; sonunda şirk
ve dalâlet olan sapkınca bir yoldur.
Nitekim Kur’ân’da
böyle bir rabıtaya işaret edecek tek bir âyet-i kerîme bile yoktur. Hz.
Peygamber’in uygulamalarında da böyle bir rabıtaya rastlanılmamaktadır. Ashâbı
kiram da asla böyle bir rabıta yapmamıştır. Hâl böyle olunca mezkûr rabıtayı savunanların konuyu bir kez daha
düşünmeleri kendi yararlarına olacaktır.
Diğer taraftan kendilerini samimiyetle uyaranları
“tasavvuf ve tarikat erbabına ve ehl-i zikre düşman” diye nitelemek, hem hedef saptırmak hem yukarıdaki âyetleri
görmezlikten gelmek hem de Hz. Peygamber’den sadır olmayan bir uygulamayı
savunmak demektir ki, bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. Zira burada
tasavvufa düşmanlık yok, yaptıkları büyük hataya dikkat çekip mutasavvıfları
samimiyetle uyarı vardır.
Bu nedenledir ki,
“geberik akıl” diyerek akla savaşa açan, “on paralık re’y” diyerek re’y
düşmanlığı yapan, “kıyası” bir türlü kabullenmeyen ve ısrarla uydurma rivâyetlerin
arkasına saklanan bu sefihler peşlerine taktıkları müslümanları aldatmanın vebalini/
bedelini ahirette ödeyemeyecek ve tepetaklak cehennemi boylayacaklardır.
Zira bu tipler, zayıf ve uydurma hadisleri içeren
kitapları kaynak göstererek rabıtaya delil bulmaya çalışmış, insanlarda “sahih
hadis naklediyor izlenimi” uyandırmış ve böylece Hz. Peygamber’e yalan isnad
ederek cehennemdeki yerlerini şimdiden hazırlamışlardır. Bu nedenle
araştırmaksızın uydurma rivayetleri eserlerine alanlar ile bunları incelemeden
sahih hadis kabul eden ve “bu çürük
rivayetler üzerine rabıta gibi bir ucubeyi inşa etmeye kalkışanlar” eşit
derecede sorumludurlar.
Âlimlerin; “Bu
rivâyetin senedinde mecrûh râvîler var, ayrıca bu rivayetin senedinde inkita’
(kopukluk) var” diye uyarmalarına ve böyle bir hadisle amel edilemeyeceğini
söylemelerine rağmen hâlâ bu tür mevzû hadisleri sahiplenmek, metni Kur’ân’a ve sahih sünnet’e aykırı İslâm
dışı böyle bir hadisi savunmak hem gayr-i ilmî hem de gayr-i ahlâkîdir.
Çünkü bu zavallılar, uydurma hadisleri delil
getirerek istiğâse ve istimdatın “şeyhlerden/ velilerden/ sûfîlerden/
hocalardan/ mürşitlerden/ imamlardan” da dileneceğini söylemiş ve Yüce
Allah’ı ikinci plana atma cüretini/ cesaretini göstermişlerdir. Bunu
söylerken de Allah korkusundan zerre kadar yüzleri kızarmamış ve tüyleri
ürpermemiştir.
Bunlar bir Peygamber’in veya İslâm âliminin
kabrini ziyaret ettiklerinde “türbede yatan o zatın örnek kulluk tecrübesini
model almak ve onun gibi başarılı olmak için Yüce Allah’a dua etmek” yerine; “Ey Peygamber! Benim için Rabbinden af
dile!” veya “Yetiş ey filanca! Yetiş
ey falanca!” diyerek mezarda yatan ölüye yalvarmış ve Allah Teâlâ yerine
ölmüş kimseleri aracı koyma gafletine düşmüşlerdir/ saplanmışlardır.
Bu hezeyanlarına delil olarak ise “rabıta konusunda sukût-i icmâ vardır (bu
konuda âlimler susmuştur öyleyse bunu kabullenmişlerdir)” gibi komik bir gerekçe üretmiş ve rabıtanın
şirk olduğunu söyleyen İslâm âlimlerinin samimi uyarılarına kulak
tıkamışlardır. Dolayısıyla güçlü delilleri bırakıp işlerine gelen böyle bir “sukût-i
icmâ” iddiasıyla kendilerini avutmuş, milleti aldatmış ve ahirette de veballerini
katlamışlardır.
Diğer taraftan bir kimsenin gece seccadesinin
başında namaz kıldıktan sonra ölümü ve ölümden sonraki hayatı düşünerek kendini
hesaba çekmek suretiyle yaptığı rabıta şirk değildir. Bu tefekkür hâli ile
diğeri tamamen birbirinden farklıdır. Aradaki bu farka çok ama çok dikkat
edilmelidir.
Bir mü’minin Yüce Allah’ın huzurunda durduğunu
düşünerek namaz kılıp Yüce Allah’a rabıta etmesi/ bağlanması/ O’nun karşısında
saygıyla eğilmesi normaldir. Ancak araya şeyhini koyarak onun aracılığıyla “tevessül
etmesi/ torpil peşinde koşması” asla ve kat’a doğru değildir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’a yaklaşmak için
araya aracılar koyanları şöyle uyarmaktadır:
“(Ey
Muhammed!) Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak (derunî bir anlam ve amaç
üzere) indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi
bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar
edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye
ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler
konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör
olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3)
“Allah’ı
bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte
bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır/ aracılarımızdır” diyorlar.
De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz!? O, onların ortak
koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus, 10/18)
Öte
yandan şurası bir gerçektir ki, şirke bulaşanların
amelleri boşa gidecektir. Şu âyetleri birlikte okuyalım.
“Andolsun,
(ey Muhammed!) sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan (Allah'tan
başkasına ilahî sıfatlar yakıştırırsan/ kutsallık atfedersen) elbette amelin/
çaban boşa çıkar ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun.” (Zümer, 39/65)
“İşte
bu, Allah'ın hidayetidir (rehberliğidir/ yol göstermesidir), kullarından
dileyeni ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta
oldukları (iyi) amelleri elbette boşa giderdi.” (En’âm, 6/88)
Sonuç
olarak, insanı şirke götüren mezkûr rabıta, Hindistan ve civar ülkelerde
yaşayan budistlerin yaptığı yoganın/ meditasyonun İslâm’a sokuşturulmuş/
uyarlanmış bir şeklinden/ türevinden başkası değildir. Böyle bir rabıta, mayın
tarlasında yürümek gibi tehlikeli bir iştir. Bunu yapan bir adamın/ kadının sonunda
şirke düşmesi kaçınılmazdır. Bu sapkınca hareketi normal gören ve göstermeye
çalışanlar bu işten ya menfaati olanlar ya da dinî ilimler sahasında
konuşmaya ehil olmayan ama dinî kisveye bürünmüş din tüccarlarıdır. Bu
uyarılarımıza kulak tıkayarak cehenneme gitme özgürlüğünü kullanan ve
yaptıkları iyi amelleri kendi elleriyle boşa çıkartanlara söyleyecek sözümüz sadece
“Size selam olsun!”dur (Furkân, 25/63; Kasas, 28/55). Zira bize düşen en
güzel şekilde uyarmaktır. Zorla ve baskıyla insanlara düşüncelerimizi kabul
ettirmek değildir. Çünkü bizim böyle bir gücümüz de görevimiz/ yetkimiz de yoktur
(Kâf, 50/45; Gâşiye, 88/21-22). “Atalarımızdan böyle gördük değiştirmeyiz”,
“Bu zamana kadar kimse bilemedi de sen mi bildin?” ve “Sen ne dersen de!
Biz böyle bir rabıtayı yapmaya devam edeceğiz!” diyerek ukala/ budala/
beyinsiz/ ebleh/ sefih olduğunu ıspatlayanların yıkılacakları/ devrilecekleri yere kadar gitme özgürlükleri vardır.
Bu bakımdan o hürriyetlerini kullananlara ve iyi amellerini boşa çıkartanlara ne
bu dünyada ne de ahirette hiçbir şekilde acımamız söz konusu değildir. Böyle
kimselerin Yüce Kur’ân’ın yukarıdaki âyetlerine bir kez daha bakmaları uygun
olacaktır. Zira Yüce Allah, kendine
acımayıp şeytanın ve şeytanlaşmış adamların peşine takılan müşrikleri (Nisâ,
4/116; Lokmân, 31/13) asla affetmeyeceğini
ve ebediyyen onları cehenneme tıkacağını söylemektedir. Dolayısıyla bizim Yüce
Allah’tan daha merhametli olduğumuzu iddia ederek “hayasızca bize saldıranlara,
hakaret edenlere, küfredenlere ve itibarsızlaştırmak için çalışanlara” acımamız/
üzülmemiz imkânsızdır. Zira kendine acımayanlara başkalarının acıması söz
konusu değildir. (19.05.2017)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder