“Hüküm Ancak Allah’ındır!” Âyeti Nasıl Anlaşılmalıdır?
Konuyla
ilgili Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun “Sünnet’in delil değerini” ortaya
koyarken yaptığı bazı tespitlerini aktararak hem meselenin hem de mezkûr âyetin
doğru anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışalım.
Sünnet’i
delil olmaktan çıkarma amacıyla başvurulan âyetlerden biri de “Hüküm
ancak Allah’ındır!” mealindeki âyettir. Geçmişte Haricîlerin de slogan
olarak kullandığı bu âyet, Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Bu âyete bakarak
“hüküm verme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu, O’nun dışında kimsenin dinde
hüküm koyma yetkisine sahip olmadığı, binaenaleyh Hz. Peygamber’in de Kur’ân
dışında hüküm koyamayacağı” öne sürülmekte ve buradan “sünnet’in kaynak ve
delil olamayacağı” sonucuna ulaşılmaktadır.
Kanaatimizce
bu şekilde bir mantık yürütmek isabetli değildir. Dolayısıyla meseleyi anlamak
için yapılması gereken ilgili âyetleri biraz daha yakından incelemek olacaktır.
“Hüküm
ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği ilk âyetin meali şöyledir:
“De
ki: Ben, Rabbim’den gönderilen açık bir delile dayanıyorum. Halbuki siz onu
yalanladınız. (Bilgisizliğiniz yüzünden) hemen gelmesini istediğiniz (azabı
getirmek ise) benim elimde değildir. Çünkü hüküm ancak Allah’ındır! O, doğruyu
haber verir; O hüküm verenlerin en yücesidir.” (el-En’âm, 6/57).
Açıkça
görülmektedir ki âyet, “genel anlamda yasama yetkisine” kimin sahip olduğu
kimin de olmadığı konusuyla ilgili değildir. Konu, müşriklerin Hz. Peygamber’i
susturmak amacıyla ortaya attıkları “kendilerine azabın hemen gelmesi
isteğinin gerçekleşmesinin Hz. Peygamber’in elinde değil Yüce Allah’ın elinde
olduğuyla” alakalıdır. Nitekim bu husus, yukarıdaki âyetten kolayca
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetin mezkûr konuda delil olarak kullanılması isabetli
değildir; zira böyle yapmak âyetin manasını çarpıtmak/ saptırmak anlamına
gelecektir.
“Hüküm
ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği ikinci âyet ise şöyledir:
“Allah’ı
bırakarak taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın taptıkları (bir takım düzmece)
isimlerden ibarettir; (yoksa) Allah onlara bir güç (veya ilah olduklarına dair
delil) indirmemiştir. Halbuki (neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda) hüküm
ancak Allah’ındır! O ise, kendisinden başkasına kulluk etmememizi emretmiştir.
İşte dosdoğru olan (tek) din de budur; fakat insanların çoğu (gerçeği) bilme(k
için kafa yormak/ öğrenmek istem)ezler.” (Yusuf, 12/40).
Bu âyetin
içinde yer aldığı âyetler grubu bütünlük içerisinde ele alınacak olursa, âyetlerin
“sünnet’in otoritesi” konusuyla hiçbir alakasının olmadığı rahatlıkla
görülebilir. Zira bu âyetteki sözler, Hz. Yusuf tarafından zindandaki
arkadaşlarını şirkten kurtarmak amacıyla söylenmiş sözlerdir.
Görüldüğü
üzere âyetin siyak ve sibakı, “Hz. Peygamber’in otoritesiyle ilgili” değil, “şirkin
yanlışlığı ve uluhiyetin sadece Yüce Allah’a mahsus olduğuyla” alakalıdır.
Hâl böyle iken bu âyeti siyak ve sibakından çıkartıp, ele aldığı/ işlediği
temayı göz ardı ederek, “sünnet’in otorite olamayacağına kanıt olarak ileri
sürmek” âyetin anlamını saptırmak anlamına gelecektir ki, bunun hiçbir şekilde
kabul edilebilmesi mümkün değildir.
“Hüküm
ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği üçüncü âyet ise şöyledir:
“Sonra
(Yakub) şöyle dedi: ‘Ey oğullarım! (Şehre) aynı kapıdan girmeyin, (yabancı bir
ülkede gereksiz yere dikkatleri üzerinize çekmemek ve beklenmedik entrikalara
kurban gitmemek için) ayrı ayrı kapılardan girin. Fakat yine de ben sizi
Allah’tan gelecek hiçbir şeye karşı koruyamam. Çünkü hüküm ancak Allah’ındır!
Ben O’na güveniyorum; (O’nun varlığına inanan) ve bir şeye güvenmek isteyenler de
(sadece) O’na güvensinler.” (Yusuf, 12/67).
Görüldüğü
üzere hem bu âyet hem de bu âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetler, Hz. Yakub’un
oğullarına yaptığı nasihatlerle ilgilidir. Hz. Yakub, Mısır Meliki’nin huzuruna
nasıl çıkacaklarını çocuklarına anlatırken şayet başlarına beklenmedik bir olay
gelecek olursa artık bunun Allah’ın takdiri olduğunu ve kendisinin bu durumda
hiçbir şey yapamayacağını ifade etmek amacıyla bu sözleri söylemiştir.
Dolayısıyla söz konusu âyetlerin “sünnet’in otoritesinin tartışılmasıyla
zerre kadar alakasının olmadığı” anlaşılmaktadır.
Bütün
bunlar bir yana, zikredilen âyetlerin delil olarak kullanılması bir an için
doğru farz edilse bile, “bütün bunlardan sünnet’in otorite olamayacağı
sonucunu çıkarmak” kesinlikle mümkün değildir. Çünkü “Hüküm ancak
Allah’ındır!” demek, “Allah Teâlâ, ihtiyaç duyduğumuz ve
karşılaşabileceğimiz her konuda detaylı hükümleri tek tek göndermiştir/
açıklamıştır” demek değildir. Aksine “Hüküm ancak Allah’ındır!”
demek; “Hüküm vermede başvurulması gereken temel ilkeleri ve değerleri
belirleme yetkisi sadece ve sadece Yüce Allah’a aittir” demektir. Dolayısıyla
Hz. Peygamber’in bu ilkeleri göz önünde bulundurarak, Kur’ân’da açıkça çözümü
bulunmayan konulara çözüm getirmesi “Hüküm ancak Allah’ındır!” ilkesine kesinlikle
aykırı değildir.
Görüldüğü
üzere uyulması gereken yegane kaynağın Kur’ân olduğunda şek ve şüphe yoktur.
Ancak bu, vahiy dışında hiçbir bilgi kaynağı bulunmadığı, bulunsa bile ona tabi
olmak gerekmediği anlamına gelmemektedir. Çünkü Kur’ân’ın lafzî anlamıyla
yetinerek insanlığın karşılacağı bütün meselelerin çözülebileceğini düşünmek
safiyane/ sefihane bir yaklaşım olur. Bu yüzdendir ki, sadece Kurân’ın değil, sünnet’in
bile karşılaşılan yeni problemlere hazır çözümler sunmadığı dönemlerde “kıyas,
istihsan, kamu yararı gibi ictihad teknikleri” kullanılmıştır/ uygulanmıştır.
Özellikle
günümüze gelindiğinde Kur’ân’ın lafzî manasının karşı karşıya bulunulan yeni
ihtiyaç ve problemlere cevap vermede yeterli olabileceğini düşünmek hiç de
gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Bu durumda yapılması gereken yegane şey,
Kur’ân’ın âyetlerinin lafzî yorumunun ötesine geçip, âyetlerin lafzî
anlamlarının altında yatan ilke, amaç, maksat, gaye ve hedefleri tespit etmek
ve bunlar doğrultusunda kendi ictihadlarımızı özgürce ortaya koymaktır. Bir
anlamda bu, Kur’ân’da aynen bulunmayan çözümlerin bizim tarafımızdan ortaya
konulması demektir ki, bugüne kadar aklı başında hiçbir kimsenin buna itirazı
olmamıştır. Dolayısıyla mü’minlere tanınan bu yorum ve ictihad yetkisine Hz.
Peygamber de öncelikle sahiptir ve onun sahih sünnet’i müslümanlar için
vazgeçilmez bir kaynaktır.
Hulasa,
kamil bir müminin insafı elden bırakmadan düşünmesi ve kendine tanıdığı
Kur’ân’ı yorumlama yetkisini en azından Hz. Peygamber’e, bir başka ifadeyle
onun sünnet’ine de tanıması, müslümanların başta gelen meziyetlerinden biri
olan dürüstlüğün tabiî bir gereğidir. (M. Hayri Kırbaşoğlu’nun buraya kadar
aktardığımız görüşlerinin ayrıntıları için bkz. İslâm Düşüncesinde Sünnet
Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1999, s. 137-139,
143-144).
Sonuç
olarak, “Hüküm ancak Allah’ındır!” âyetini keyfî olarak yorumlayanlar
büyük bir yanılgı içindedirler. Geçmişte bu yanlışı Haricîler yapmıştı; görünen
o ki, söz konusu “damar” varlığını günümüzde de hâlâ canlı bir şekilde sürdürmekte
ve benzer söylemleri tekrarlayarak yandaş/ taraftar/ mürid toplamaya devam
etmektedir. Bu tür popülist ve ucuz söylemlere kanarak/ inanarak, din kardeşlik
bağlarını koparanlar/ parçalayanlar, ümmeti tefrikaya düşürenler sadece
kendilerine yazık etmekle kalmayacaklar, peşlerinden sürükledikleri sefihleri/
gafilleri/ şaşkınları/ aptalları da kendileriyle beraber cehenneme götüreceklerdir.
Ayrıca bunlar ve bu tür basit söylemlere inanarak ahirette kazançlı çıkacağını
zannedenler de kendilerini savunamayacak, kaybettiklerini anladıkları o gün
sergiledikleri “sözde” pişmanlıkları onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. (27.05.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder