Hadisin İsnadının Sağlam Olması Metninin de Sağlam Olduğu Anlamına Gelmez
Konuyla
ilgili Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun çok önemli gördüğümüz bazı tespitlerini
aktararak meselenin doğru anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışalım.
Herhangi
bir İslâm âlimi, herhangi bir hadisi veya bir konudaki hadislerin tamamını
reddettiği zaman onu “Hadis inkarcısı” veya “Sünnet münkiri” şeklinde
yakıştırmalarla karalamak/ yaftalamak/ değersizleştirmek/ itibarsızlaştırmak doğru değildir. Çünkü bir İslâm âlimi, bir
hadisi reddettiğinde bunun anlamı, “Hz. Peygamber’in hadisi olduğunu bile
bile reddetti” demek değildir. Bilakis bu, o âlimin, “o hadisin Hz.
Peygamber’e ait olduğu iddiasını reddettiği” anlamına gelir. Yani bu âlim,
böyle bir sözün Hz. Peygamber’e ait olamayacağını söylemekte ve reddetmektedir.
Ancak ısrarla; “Daha önceki İslâm âlimleri bu rivâyete hadis diyorlar, siz
de hadis demelisiniz!” diyerek “onların ictihadlarını” günümüz İslâm âlimine
dayatmak doğru değildir.
Çünkü Hz.
Peygamber’e ait olan hadislerle ait olmayanı ayırt etmede aslolan İslâm
âlimlerinin verdikleri “şahsî hükümler” değildir. Burada aslolan, geçmiş
İslâm âlimlerinin de günümüz İslâm âlimlerinin de göz önünde bulundurmak zorunda
oldukları, “sahih bir hadiste bulunması gereken şartlar”dır. Bu şartlar
sadece isnad ile ilgili değildir. Bir hadisin güvenilir olabilmesi için metinde
de aranması gereken bazı şartlar vardır. Ancak Hadis Usûlüne dair yazılan eserlerde
“sahih hadisin tanımının sadece isnad açısından yapılmış olması”, bu
yaygın, fakat yanlış kanaatin oluşumuna neden olmuştur. Halbuki bir hadisin
isnadının sağlam olması, metninin de sağlam olduğu anlamına gelmez.
Binaenaleyh
geçmişte veya günümüzde bir İslâm âlimi, bir hadisi reddettiğinde yapılacak ilk
iş, onun bu konuda “haklı gerekçelere dayanıp dayanmadığına, ikna edici
delillere sahip olup olmadığına” bakmaktır. O âlimin, söz konusu hadisi
niçin reddettiğine bakmaksızın, sırf “Hadisi reddetti” diye onu hadis
inkarcılığı ile itham etmek büyük bir adaletsizliktir/ haksızlıktır. Kaldı
ki bir hadisin kabulü veya reddi konusunda bir âlimin verdiği hüküm, herkesin
kabul etmek zorunda olduğu tartışılmaz bir hüküm değildir. Haklı
gerekçelere ve ilmî delillere dayanmak şartıyla birinin reddettiği bir hadisi
bir başkası kabul edebilir veya birinin kabul ettiği bir hadisi bir başkası
reddedebilir. Zira bir hadisin Hz. Peygamber’e aidiyetini belirleme işi
tamamen “ictihadî” bir konudur.
“İctihad
ictihadı nakzedemez” kaidesi gereğince, bir sözün hadis olarak kabulü veya
reddi konusunda herkes kendi kanaatinde ısrar edebilir. Nitekim on dört asırdır
sürdürülen hadis ile ilgili çalışmaların mahiyeti de bundan ibarettir. Zira tâ
başlangıçtan beri, bir muhaddis veya fakihin kabul ettiği bir hadisi, başka bir
muhaddis veya fakih reddedebilmiştir. Hatta isnadında hiçbir kusur bulunmayan
pek çok hadis birtakım gerekçelerle reddedilebilmiştir.
Mesela
İmam Mâlik başkalarının delil olarak kullandığı bir çok hadisi “Medine
ehlinin uygulamalarına ters düştüğü” gerekçesiyle kabul etmemiştir.
Özellikle fıkıh literatürü bunun sayısız örnekleriyle doludur. Nitekim bu husus,
farklı fıkıh ekollerinin oluşumunda da etkili olmuştur.
Örneğin
İbn Ebî Şeybe Musannef adlı eserinde İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’yi birçok
hadisi kabul etmemesinden dolayı eleştirmiştir. Buhârî de Sahih-i Buhârî
adlı eserinde Ebû Hanîfe’nin birçok görüşünü kabul etmemiştir. Buna mukabil
Hanefîler de, Sahih-i Buhârî’deki pekçok hadisi delil olarak benimsememişlerdir.
Yine fıkıh kitaplarında hadisçilerin reddettiği veya hadis kaynaklarında
bulunmayan hadislere rastlamak mümkündür.
Kelâm
alanında da aynı durum söz konusudur. Kelâm kitaplarında delil olarak
kullanıldığı halde hadisçilerin uydurma kabul ettikleri pek çok hadis
mevcuttur.
Tasavvuf
edebiyatına gelince, bu konudaki tartışmalar daha da yoğun bir hâl almaktadır.
Hadisçiler, özellikle tasavvufa dair yazılmış eserlerdeki pek çok hadisi ya
aslı bulunmadığı, ya isnadı olmadığı ya da açıkça uydurma olduğu gerekçesiyle
reddetmişlerdir. Bu durumun en açık örneğini, İmam Gazzâlî’nin İhya adlı
eserindeki hadislere yöneltilen eleştiriler oluşturmaktadır. Zira hadisçiler, İhya’daki
yüzlerce hadisi kaynaklarda aslı bulunmadığı ya da uydurma olduğu gerekçesiyle
açıkça reddetmişlerdir. Örneğin konuyla ilgili Irâkî’nin el-Muğnî adlı
eserine bakmakta yarar vardır.
Tefsirlerin
durumu da diğer alanlardaki eserlerden farklı değildir. Pek çok müfessir,
tefsirlerine uydurma ya da İsrâiliyat’tan olan rivâyetleri aldıkları için
eleştirilmişlerdir. Tefsirlerde Kur’ân’ın ve sûrelerin faziletine dair birçok
uydurma hadisin bulunduğu ehlinin malumudur. Hulâsa tefsirlerde de pek çok mevzû
hadis bulunmaktadır.
Şimdi bir
fakih, muhaddis, müfessir, mütekellim veya mutasavvıfın eserine aldığı ve
almakla da onu makbul addettiği anlaşılan bir hadisi, başka bir fakih,
muhaddis, müfessir, mütekellim veya mutasavvıf reddettiği zaman, bu hadisi
reddeden o İslâm âlimine “Hadis inkarcısı” veya “Sünnet münkiri” denilebilir
mi? Elbette böyle bir şey söylemek mümkün değildir. Öyleyse günümüzde de
bir İslâm âlimi, bir hadisi delillerini ortaya koymak şartıyla reddetme ve bu
sözün Hz. Peygamber’e ait olamayacağını söyleme hakkına/ ictihadına/ yetkisine
sahiptir.
Açıkçası günümüzde
yaşayan bir âlimin, geçmiş alimlerin hadisler hakkında verdikleri hükümlere
itiraz edemeyeceğini, onların verdikleri hükümleri eleştiremeyeceğini iddia
ederek böyle davranananları “Hadis inkarcılığı” ile itham edip yaftalamak/
karalamak, yukarıda izah edilen tarihî gerçekleri inkar etmek anlamına gelir.
Çünkü o takdirde birbirlerinin delil olarak kullandıkları birtakım hadisleri
reddetmiş olan İmam Mâlik, İbn Ebî Şeybe, Ebû Hanîfe, Buhârî, Gazzâlî,
Irâkî, Sübkî gibi yüzlerce İslâm âlimini de “sırf başkasının kabul
ettiği bir hadisi reddettiği için” “Hadis inkârcısı ve Sünnet münkiri”
olmakla itham etmek gerekir. Dolayısıyla böyle bir iddiada bulunmak elbette
mümkün değildir.
Nitekim Aksekili
Ahmed Hamdi, geçmiş âlimlerin eserlerine aldıkları hadisleri ve rivâyetleri
araştırıp incelemeksizin olduğu gibi kabul etmeyi savunan ve bunların ilmî esaslar
dâhilinde bile eleştirilmesine tahammül edemeyenleri şöyle tenkid etmektedir:
“İtirafa
mecburuz ki, her yerde olduğu gibi Şarkta, yani müslümanlar arasında da ufak
bir muhakemeye bile lüzum hissetmeksizin her sözü körü körüne kabulde ısrar
eden mutaassıplar vardır, hâlâ da vardır. Bunlar ne şekilde olursa olsun, rivâyete,
nakillere o derece âşıktırlar ki, nerede ve hangi mesele hakkında bir nakil
görseler meşhur hâtibu’l-leyl (gece karanlığında odun toplarken yılanları da torbaya
dolduran adam) misaline uygun olarak onu hemen alırlar, kitaplarına geçirirler,
neye mal olursa olsun onu kabulde ısrar gösterirler. Bunlar kendilerini
kelimelerin akıntısına (lafızların literal anlamına) o kadar kaptırmışlardır
ki, eskilere mahsus herhangi bir tefsirde, kitapta ne olursa olsun, gördükleri
bir mütalaayı müdafaa etmeyi dinin gereklerinden bilirler. İslâm düşmanlarından
ziyade, İslâm dinine mensup olduğunu iddia eden bu zümreden bizzat
müslümanlığın pek çok zarar gördüğünü söylersek hiç mübalağa etmiş olmayız.”
Görüldüğü
üzere sünnet ve onun hakkında bilgi veren hadis konusunda İslâm dünyasında hâlâ
birtakım tartışmalar, kafa karışıklıkları, farklı yaklaşımlar ve yorumlar söz
konusudur. Uzun bir süre daha devam edeceğe benzeyen bu tartışmaların dışında
kalmak mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Dolayısıyla hadis/ sünnet ile
ilgili birikimin sorgulanması kaçınılmazdır. Bu sorgulamadan korkmamak ve kaçmamak
lazımdır. Zira ortada bir problem vardır ve bu husus artık rivâyetleri savunan
gelenekçi-muhafazakar çizgide yer alan İslâm âlimlerince de kabul edilmektedir.
Özetle,
bugün İslâm dünyasında geçmiş ulemânın kabul ettikleri bazı hadislerin tekrar
gözden geçirilmesi yönünde giderek artan bir eğilim söz konusudur. Bu eğilimi
görmezlikten gelerek böyle bir düşünceyi savunanları “Hadis münkirleri veya
Sünnet inkarcıları” şeklinde itham etmek ne meseleye çözüm getirmekte ne
de zihinlerde oluşan soruları ve şüpheleri bertaraf edebilmektedir. Bu durum
karşısında yapılması gereken şey, vakıayı inkardan ziyade “güvenilir
hadisleri belirlemede uyulacak ilmî esasları” gözden geçirip yeniden
değerlendirmek ve hadislerin ayıklanmasını (sahihini sakîminden ayırmayı) sağlıklı
bir zemine oturtmaktır. Bu yapılmadığı takdirde hadislere ve dolayısıyla da
sünnet’e karşı takınılan olumsuz tavırların giderek artması ve kaçınılmaz
olarak içine düşülecek ifrat sonucu “hadislerin tamamının inkar edilmesi” işte
o zaman söz konusu olabilecektir. (M. Hayri Kırbaşoğlu’nun buraya kadar
aktardığımız görüşlerinin ayrıntıları için bkz. İslâm Düşüncesinde Sünnet
Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1999, s. 122-126).
Sonuç
olarak, bir hadisin isnadının sağlam olması metninin de sağlam olduğu anlamına
gelmez. Hz. Peygamber’e ait olan hadislerle ait olmayanı ayırt etmede aslolan
İslâm âlimlerinin verdikleri “şahsî hükümler” değil, “sahih bir
hadiste bulunması gereken şartlar”dır. Bu şartlar sadece isnad ile ilgili
değil metinle de ilgilidir. Binaenaleyh geçmişte veya günümüzde bir İslâm
âlimi, bir hadisi reddettiğinde yapılacak ilk iş, onun bu konuda “haklı
gerekçelere dayanıp dayanmadığına, ikna edici/ sağlam/ güvenilir delillere
sahip olup olmadığına” bakmaktır. O âlimin söz konusu hadisi/ rivâyeti
niçin reddettiğine bakmaksızın, sırf “Hadisi reddetti” diye onu hadis
inkarcılığı ile itham etmek büyük bir haksızlık ve vebaldir. Kaldı ki bir
hadisin kabulü veya reddi konusunda bir âlimin verdiği hükmü herkes kabul etmek
zorunda değildir. Sağlam gerekçelere ve ilmî delillere dayanmak şartıyla
birinin reddettiği bir hadisi bir başkası kabul edebilir veya birinin kabul
ettiği hadisi bir başkası reddedebilir. (13.05.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder