Din Kardeşliğinin Anlam ve Önemi
Bilindiği üzere tevhid,
Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini gönülden tasdik etmek ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmamaktır. Zira insanın yaratılış gaye ve hikmeti tevhide dayanır.
Bütün peygamberler, tevhid inancını yeryüzünde egemen kılmak üzere görevlendirilmişlerdir.
Onlar, bu uğurda çetin mücadeleler vermiş ve çok ağır imtihanlardan
geçmişlerdir.
Tevhid inancının son
elçisi Hz. Muhammed de, Allah’ın varlığını ve birliğini tüm insanlığa tebliğ
etmiş ve onları yalnızca Yüce Allah’a kul olmaya davet etmiştir. Rahmet
peygamberi, kısa sürede şirk toplumundan tek Allah’a inanan muvahhit bir toplum
inşa etmiş, onun Mekke’de yaktığı tevhid meşalesi, karanlıkları aydınlığa;
zulmü adalete; kin, nefret ve düşmanlığı, şefkat, merhamet ve barışa
dönüştürmüştür.
Hz. Peygamber, sadece
tevhid inancını değil, beraberinde vahdet anlayışını da getirmiştir. Onun
getirdiği vahdet anlayışı, Ensar ve Muhacir kardeşliğiyle zirveye ulaşmış, bir
ve beraber olmanın en nadide örneklerini tüm dünyaya sunmuştur. Hz. Muhammed’in
getirdiği bu anlayış, dilleri, renkleri, ırkları farklı olan ama inançları,
gayeleri, gönülleri bir olan yüzbinlerce müslümanı din kardeşliği çatısı
altında bir araya getirmiştir.
Bilindiği üzere tevhid,
sadece bir inanç ve düşünce sistemi değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir.
Tevhidin bireysel hayattaki tezahürü, bu inancın gereğine göre yaşamaktır.
Rabbimize, kendimize, çevremize, kâinata karşı sorumluluklarımızın bilincinde
olmaktır. Kısaca tevhidin toplumsal hayattaki karşılığı, “vahdet”tir.
Vahdet, kardeşlik,
dostluk, sevgi, saygı, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmadır; birlikte yaşama
şuuruna sahip olmaktır; ortak insanî ve ahlâkî değerler etrafında buluşmak ve
kenetlenmektir.
Vahdet, tevhidin sancağı
altında toplanmaktır; Allah yolunda her türlü çıkarı bir kenara bırakmaktır;
varlığı, yokluğu, acıları, sevinçleri, duaları ortak kılmaktır. Vahdet,
Müslüman kanının dökülmesini, Müslümanların bölünüp parçalanmasını engellemek
için var gücüyle çalışmaktır; İslâm ümmetinin inşa ettiği mümtaz medeniyetlerin
ve bu medeniyetlerin ortaya koyduğu büyük tecrübelerin farkına varmaktır.
Çünkü yeryüzündeki bütün
muhtaçlara, bütün mazlumlara, bütün mağdurlara, kısaca tüm insanlığa barış,
huzur ve saadet getirecek yegâne çözüm İslâm’dadır; İslâm’ın tevhid ve vahdet anlayışındadır.
Ancak bunun için öncelikle Müslümanların tevhidi ve vahdeti doğru bir şekilde
anlamaları gerekmektedir.
Bilindiği üzere insanların
olduğu gibi milletlerin de zor zamanları vardır. Aziz milletimiz asırlardan
beri büyük badireler atlatmış, zaferlerin yanı sıra ihaneti görmüş ve ağır
bedeller ödemiştir. Çanakkale’nin, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın kan ve barut
kokan hatırası hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Cenab-ı Hak,
ecdadımızın iman ve gayretleri neticesinde onlara büyük zaferler lütfetmiş ve
cennet vatanımızı bizlere bahşetmiştir. Yüreği imanla dolu bu necip millet, en
zor zamanlarda ve meşakkatli dönemlerde omuz omuza vermiş; birlik, beraberlik
ve kardeşlik ruhuyla hareket etmişlerdir.
Aynı kıbleye yönelen, aynı
safta buluşan, aynı secdede Rahman’a kul olan, aynı toprağa, aynı bayrağa, aynı
mukaddesata âşık olan bu aziz millet, vicdanı paslanmış, insafı çürümüş,
insanlığını unutmuş çıkar şebekesi şer odakları karşısında dimdik ayakta
kalmayı başarmış ve vatan topraklarını canları pahasına savunmuşlardır.
Bu itibarla müslümanlar,
tarihin en buhranlı günlerinin yaşandığı şu zaman diliminde de küfrün
karşısında tek ses, zalimin karşısında yekvücut olmak zorundadırlar.
Mezheplerini, meşreplerini, tarikatlarını, takımlarını, gruplarını, ırklarını,
renklerini, dillerini ve ideolojileri bir kenara bırakıp İslâm’ın tevhid ve
vahdet anlayışını esas almak mecburiyetindedirler. Çünkü birliğe, dirliğe ve
huzura giden yol buradan geçmektedir. Zalimlerin değil, ümmetin yüzünün gülmesi
için bu birliğe ihtiyaç vardır.
Nitekim Yüce Allah,
Kur’ân-ı Kerîm’de müminlere bu görevlerini şöyle haber vermektedir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın (hayatınızı onun
ilkelerine uygun düzenleyin). Parçalanıp bölünmeyin (ayrılığa düşmeyin!) Allah’ın
size olan (İslâm) nimetini hatırlayın. Hani sizler (İslâm gelmeden evvel)
birbirinize düşmanlar idiniz de O, (din kardeşliği sayesinde) kalplerinizi
birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz,
bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte
Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân,
3/103).
“Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin (duyarlılık ve bağlılık gösterin);
ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yılgınlığa düşersiniz
(gevşersiniz); cesaretiniz (maneviyatınız, motivasyonunuz, gücünüz, kuvvetiniz)
sönüverir. Ve zor durumlarda sabır gösterin (dirençli olun): çünkü Allah,
gerçekten zorluklara göğüs gerenlerle beraberdir.” (Enfâl, 8/46).
(Hucurât, 49/10).
(Âl-i İmrân, 3/103).
Peygamber Efendimiz
(s.a.s) ise şöyle buyurmaktadır: “Müminler, birbirlerini sevmede,
birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede tıpkı bir organı rahatsızlandığında
diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene
benzerler.” (Buhârî, Edeb, 27; Salat, 88; Mezâlim, 5; Müslim, Birr ve Sıla,
66).
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona
zulmetmez, onu (düşmana) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını
giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan
kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden
kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü
onu(n kusurunu) örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58).
“Müslüman müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez. (Resûlullâh) üç defa kalbine işaret ederek:
‘Takva (sorumluluk bilinci) şuradadır. Kişiye müslüman kardeşini hakir görmesi
kötülük olarak yeter. Bir müslümanın diğer müslümana kanı, malı ve ırzı
haramdır’ buyurdu.” (Müslim, Birr, 32).
“Birbirinize buğz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt
çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Bir müslümana üç günden fazla
(din) kardeşiyle dargın durması helal olmaz.” (Buhârî, Edeb, 57,
58).
“Bir Müslümanın müslüman kardeşine üç geceden
fazla küs kalması helal olmaz. Bu iki kişi karşılaştığında biri yüzünü bir
tarafa diğeri öbür tarafa çevirir. Onların en hayırlısı ilk önce selam
verendir.” (Buhârî, Edeb, 62;
Müslim, Birr, 25)
“(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır (doğruluğun davranış
boyutudur). İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden
kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp
atman sadakadır.” (Tirmizî,
Birr, 36).
Bir kimse Resûlullah’a; “Hangi
müslüman daha faziletlidir?” diye sordu, O da “Müslümanların elinden ve
dilinden güvende olduğu kimsedir” cevabını verdi. (Müslim, İman, 64).
Resûlullah şöyle buyurdu:
“Mümin kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et!” (Sahâbe); ‘Ya Resûlullah!
Mazlum olan kişiye yardım edelim, fakat zalime nasıl yardım edelim?” deyince
Resûlullah; ‘Zalimin iki elini tutarsınız (zulmünü engellemeye
çalışırsınız)’ diye cevap verdi.” (Buhârî, Mezâlim, 4).
“Mümin,
insanların kendisine güvendiği; müslüman, müslümanların kendisinden güvende
olduğu kimsedir. Muhacir, kötülüklerden (günahlardan) hicret edendir. Nefsim
kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, komşusunun şerrinden emin olmadığı
kimse cennete giremez.” (Ahmed b.
Hanbel, Hadis No: 12561)
Görüldüğü üzere iman,
tevhid inancına sımsıkı sarılmaktır. İman, Yüce Allah’ın rızasına ve ebedî
kurtuluşa erebilmenin temel esasıdır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kim O’na salih ameller işlemiş bir
mü’min olarak varırsa, işte onlar için en yüksek dereceler, içinden ırmaklar
akan, içinde ebediyyen kalacakları Adn cennetleri vardır. İşte bu, günahlardan
temizlenenlerin mükâfatıdır.” (Taha, 20/75-76).
“Erkek olsun kadın olsun, her kim mümin
olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa
uğramazlar.” (Nisâ, 4/124).
“Ve Rableri onların dualarını şöyle cevaplar: “İster erkek, ister kadın
olsun, [Benim yolumda] çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa
çıkarmayacağım.” (Âl-i İmrân, 3/195).
“Kadın veya erkek, kim mü’min olarak salih bir amel işlerse, işte onlar
cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” (Mü’min, 40/40).
“Erkek veya kadın, kim mü’min olarak dürüst ve erdemli davranışlar ortaya
koyarsa, elbette ona (bu dünyada) hoş bir hayat yaşatacağız ve onların
mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl, 16/97).
İman, Allah’ın varlığına
ve birliğine, O’nun peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe
gönülden inanmaktır. İman, ruhun Yüce Allah’a sadakat ve teslimiyetidir. Bu
sadakat ve teslimiyetin sözde, düşüncede, fikirde, kanaatte, davranışlarda
kısaca hayatın her alanında tezahür etmesidir. Bu itibarla iman, sadece bir
gönül tasdiki ve dil ikrarı değil, aynı zamanda bir eylemdir, bir hayat
tarzıdır, bir yaşam biçimidir.
Hayatının her kesitinde
müminlere en güzel örnek ve rehber olan Hz. Peygamber, kısa sürede şirkin
yerine tevhidi, zulmün yerine adaleti, hayâsızlığın yerine iffeti
yerleştirmiştir. Kin, nefret ve husumetin yerine şefkati, merhameti ve kardeşliği
ikame etmiştir. O, her şart ve durumda Rabbimize, kendimize, çevremize ve
birbirimize karşı sadakati, samimiyeti ve ahde vefayı gözetmemizi istemiştir.
Özümüz ve sözümüzle doğruluktan ayrılmamayı, her hâlükârda hak ve hakikatin
yanında olmayı öğütlemiştir.
Nitekim Peygamber
Efendimiz; “Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe kâmil
manada iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman, 7) buyurarak din
kardeşlerini gözetmeyi, onların sevinç ve kederlerini paylaşmayı tavsiye
etmiştir.
Hz Muhammed; “İman
etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de gerçek anlamda iman etmiş
olamazsınız” (Müslim, İman, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-kıyâme, 56) buyurarak din kardeşliğini pekiştirmenin, empati
yapmanın ve kadir kıymet bilmenin önemine vurgu yapmıştır.
Bu bakımdan kâmil bir
mü’min, imanın bir gereği olarak Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarına riayet
eder; dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyar; güzel ahlak sahibidir;
elinden ve dilinden diğer insanlar selamettedir; istikametten ayrılmaz; emanete
asla ihanet etmez; hiçbir canlıya zarar vermez; kin, nefret ve düşmanlıkla
hareket etmez. Dünyevî çıkarlar için dilini yalanla kirletmez; elini harama
uzatmaz; bakışlarını harama yöneltmez; ayaklarını harama yönlendirmez. Kamil
bir mü’min Hz. Peygamber’in “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhârî,
Enbiyâ, 54;
Ebû Dâvûd, Edeb, 6) nebevi öğretisini
kendisine rehber edinir; dinî ve ahlâkî değerleri içselleştirir; imanı ile
bağdaşmayan söz ve davranışlardan şiddetle kaçınır.
Öyleyse hep birlikte şu
sorular üzerinde düşünerek kendi kendimizle yüzleşelim:
Rehberimiz, yol
göstericimiz Hz. Muhammed’in temsil ettiği ve bize öğrettiği değerlerin/
ahlakın neresindeyiz? Bunların ne kadarını uyguluyoruz?
Samimiyetimiz,
merhametimiz, adaletimiz, ahde vefamız, hoşgörümüz, nezaketimiz, sevgi ve
saygımız, sabrımız onun bize öğrettiklerine ne kadar benziyor?
Eşimize, evladımıza,
arkadaşımıza, dostumuza, komşumuza, akrabamıza ve diğer insanlara ne kadar
güven verebiliyoruz?
Hayatımızda kaç yetim
ve öksüzü sevindirdik?
Bizler sıcak
evlerimizde yaşarken barınacak yeri olmayan din ve insan kardeşimizin derdiyle
ne kadar hemhal olabildik? Onlara ne ölçüde bir katkıda bulunabildik?
Nefes alıp verdiğimiz
her an Rabbimizin rızasını ne kadar gözetebiliyoruz ve ona ne kadar
yaklaşabiliyoruz? O’na ne kadar dua ve şükredebiliyoruz?
Bu bakımdan iman, ibadet
ve ahlak bir bütün halinde hayatımızın her kesitinde etkin ve belirleyici
olmalıdır. İmanımız hayatımızı, bugünümüzü ve yarınlarımızı diri tutmalıdır.
Unutmayalım ki iman, Allah’ın bize en önemli nimetidir ve her nimet bir
sorumluluğu gerektirir. Yalnızca vicdanlara mahkûm edilip gündelik hayata
yansımayan, pratiğe dönüşmeyen iman, sahibini sorumluluktan kurtarmaya asla
yetmez.
Nitekim Hz. Peygamber,
imanın gereğini yapmış ve harekete geçmiştir. O, Mekke’de tebliğ ve irşada
başladığında müminlerin sayısı onlarla ifade edilirken, Mekkeli müşriklerin
zulüm ve baskıları sebebiyle Medine’ye hicret etmek zorunda kaldığında gece
gündüz, soğuk sıcak demeden, durup dinlenmeden çalışmış, Medine’de bir
medeniyet inşa etmiş ve çok kısa sürede inananların sayısını Allah’ın izniyle
yüzbinlere ulaştırmayı başarmıştır. Hz. Peygamber, puta tapan şirk toplumundan
Allah’a iman eden bir vahdet toplumu inşa etmiştir.
Allah Resulü, bir lider,
bir aile reisi, bir komşu, bir insan olarak Medine’nin tüm müminlerini ve bütün
sokaklarını vahyin manevî havasıyla gergef gergef işlemiştir. Öyle ki artık
Medine Mescidi, “uhuvvet, diğerkâmlık, vefa, ilim ve irfan” membaı
olmuş, gönüller, muhabbet ve samimiyetle yoğrulmuştur.
Hz. Muhammed, Yesrib’i
Medine’ye dönüştürmüş, tarihe ve insanlığa yön veren bu medeniyetin özünü/
nüvesini/ çekirdeğini “tevhid, vahdet, doğruluk, dürüstlük, yardımlaşma,
dayanışma, paylaşma ve kardeşlik” gibi değerler oluşturmuştur. İlk dönem
müminlerini güçlü kılan işte bu erdemlerdir. Onların bu özverisi ve fedakârlığı
Yüce Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuş, Rabbimiz onları “imanı gönüllerine
yerleştirmiş kimseler” olarak tanımlamıştır (Haşr, 59/9). Onların bu
meziyet yüklü örnekliği sayesinde çok kısa sürede Mekke, Medine, Bağdat, Basra,
Şam, Kahire, Endülüs, Buhara, İstanbul gibi şehirler İslâm medeniyetinin önemli
merkezleri haline gelmiştir.
Nitekim asırlardır
dillerimiz, Ebu’d-Derdâ ile Selmân Fârisî, Ebû Zer ile Bilâl Habeşî arasındaki
“destansı kardeşliği” iftiharla telaffuz etmektedir. Kur’ân-ı Kerim ve Hz.
Peygamber’in sözlerinde Ensar-Muhacir kardeşliğinden övgüyle söz edilmektedir.
Ancak, bu örnek ve övgüler sadece dillerde bir hatıra, gelişi güzel okunan bir
siret, ruhunu kaybetmiş bir adet ve gelenek olarak kalmamalıdır. Sahâbeyi
övgüye layık kılan bu ahlakî ve insanî erdemleri bugünün Müslümanları da
yaşatmak ve din kardeşliğini pekiştirmek zorundadırlar.
Bugün gönül coğrafyamız
maalesef içler acısı bir haldedir. Bu nedenle cetvellerle çizilmiş sınırları
aşarak din kardeşliğimizi ve onun bize yüklemiş olduğu sorumlulukları yeniden
ihya etmek zorundayız.
Üzülerek belirtmek gerekir
ki, milyonlarca Müslüman cehalet, fitne, fesat ve tefrika girdabına kapılmış
durumdadır. Şer odaklarının piyonu/ maşası olduklarını anlamaksızın yanlış
üstüne yanlış yapmakta ve yüce dinimiz İslâm’ın tüm dünyada yanlış
tanıtılmasına sebep olmaktadırlar.
Cehalet üzerine inşa
edilen taassup ve bağnazlıklar kutsanmakta, heva ve hevesler ön plana
çıkartılmakta, müslümanları dünya sahnesinde söz sahibi yapan “ümmet
bilincinden” giderek uzaklaşılmaktadır. Müslümanlar olarak huzur ve
mutluluğumuzun önündeki en büyük engel, “din kardeşliğimizin önüne konulan
engeller”dir. Din kardeşleri olması gereken bazı müslümanlar, bugün hem
gönülleri hem de istikbale dair ümitleri yıkmaktadır.
Ancak yaşanan tüm bu
olumsuzluklara rağmen asr-ı saadetin insanı yücelten, asırları aşan nadide
örneklerini yeniden insanlığa takdim etmek imkânsız değildir. Bizler,
Peygamber’imizin gösterdiği ümmet şuurunu yeniden diriltebiliriz; tarihe yön
veren o muazzam medeniyeti yeniden inşa edebiliriz.
Bunun için öncelikle
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i hakkıyla tanımalı ve anlamalı, bu iki kaynağın
ilkelerini özümsemeli ve en güzel şekilde temsil etmeliyiz. Sağlam bilgi, iman,
ibadet ve ahlak dengesini çok iyi kurmalıyız. Yeryüzünde adaleti, barışı,
iyiliği, erdemi egemen kılmak için gayret göstermeliyiz. Peygamberimiz gibi
güvenilir olmalı, yeryüzünü selam ve eman yurdu kılmak için çaba sarf
etmeliyiz. Heva ve hevesi değil, İslâm’ın değişmeyen hak ve hakikat ölçülerini
esas almalıyız. Tefrika, ayrılık ve gayrılık için değil, “imandan gelen birlik
ve dirlik” için çalışmalıyız. Mezhep, meşrep, ırk, bölge ve coğrafî
farklılıkları bir kenara bırakmalı, sadece ve sadece Efendimizin tesis ettiği İslâm
kardeşliğini ön plana çıkarmalıyız.
Bu nedenle ümmet olma
bilincimizi yeniden canlandırmalıyız.
Öyleyse “Müminler ancak
kardeştirler” ilahî fermanınca zihinleri bir, yürekleri bir, gayeleri bir,
sevgileri ve hüzünleri bir “din kardeşleri” olalım. Çünkü Allah’ımız bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz
birdir.
Âyette ifade edildiği
üzere birbirimize karşı merhamet, şefkat ve muhabbetle muamele edelim (Mâide,
5/54; Fetih, 48/29). Bütün insanlığın özlemi olan barış ve huzur ortamını tesis
etmek için mücadele edelim.
“Girmeden bir millete
tefrika, düşman giremez!
Toplu vurdukça
yürekler, onu top sindiremez!” diye
haykıran Mehmet Akif Ersoy’un dizelerini aklımızdan çıkarmayalım.
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve
imana ermiş olan[lardan hiçbiri]ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz (kin,
öfke, nefret, beddua ve kıskançlık gibi kötü) duygu ve düşüncelere yer bırakma.
Rabbimiz! Sen şefkat sahibisin, rahmet kaynağısın!” (Haşr, 59/10) “Rabbimiz!
Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve bütün müminleri bağışla!”
(İbrahim, 14/41) diye dua etmeyi öğreten Yüce Rabbimizin çağrısına kulak
verelim.
Müslümanları birbirine düşürmek,
güçlerini zayıflatmak kardeşi kardeşe kırdırtmak isteyenlere karşı dikkatli
olalım. Karanlık oyunlarla bizleri korkutup, yıldırıp, bezdirip, önce bölmeye,
sonra da yok etmeye çalışanlara karşı ortak hareket edelim. Bu zor günler
elbette geçecektir, huzura ve rahata kavuşulacaktır; ama daha ağır bedeller
ödememek için hile ve tuzakların farkında olalım. Müminlere yakışan basiret ve
firaseti elden bırakmayalım.
“Müminler birbirine kenetlenmiş tuğlalar
gibidir, birbirlerine destek olurlar” (Buhârî, Salat, 88; Mezâlim, 5; Müslim, Birr ve
Sıla, 66) diyen Hz. Peygamber’in sözüne uyarak
“din kardeşliği duvarında” gedikler açmak isteyen hainlere ve onların taşeronlarına/
işbirlikçilerine asla fırsat vermeyelim.
Hiçbir insanî ve ahlâkî
değer tanımayan cinayet şebekelerinin işlediği cürümlerden dolayı aynı kıbleye
yöneldiğimiz, aynı peygambere ümmet olduğumuz, sevincimizi ve kederimizi,
varlığımızı ve yokluğumuzu paylaştığımız masum kardeşlerimizi suçlamayalım.
Genellemeler yapmaktan şiddetle kaçınalım. Yanlış yapanların hesabını
komşumuzdan, akrabamızdan ve dostlarımızdan sormaya kalkışmayalım.
Unutmayalım ki bizler,
tahriklere kapılır, din kardeşlerimize kem gözle bakar ve sokaklarda
birbirimize düşersek sadece hain odakların emellerine hizmet etmekle kalmış
olmayız, şehitlerimizin uğruna canlarını verdikleri değerlere ihanet etmiş ve
düşmanlarımızı sevindirmiş oluruz. Bu gibi hallerde öfke aklımızı başımızdan
alabilir; husumet gözümüzü karartabilir; Câhiliye asabiyeti bizi tüketebilir.
Dolayısıyla bunların farkında olmamız gerekir. Dilimiz kine, öfkeye ve nefrete
değil; kalbimizdeki sevgi, şefkat ve merhamete tercüman olmalıdır! Yaşadığımız
acılar daha büyük acılara sebep olmamalıdır!
Bugün İslâm coğrafyasında
yaşananlar, kadınlarımızı, çocuklarımızı, canlarımızı, değerlerimizi,
tarihimizi, kültürümüzü ve medeniyetimizi yok etme çabasında olanların hangi
noktaya eriştiklerini açıkça göstermektedir. Şer odakları Suriye’de, Irak’ta,
Yemen’de, Libya’da, Mısır’da ümmetin birliği, İslâm toplumlarının şeref ve
hürmetini ayaklar altına almaktadır.
Aziz milletimiz, engin
sağduyu ve basiretiyle tüm bu yaşananların farkındadır. Gücünü ve bütünlüğünü
koruyarak tüm dünyaya umut ışığı olmaya devam edecektir. Birbirimize hakkı ve
sabrı, şefkati ve merhameti tavsiye etmenin tam zamanıdır. Akl-ı selime, bin düşünüp
bir söylemeye, hayra çağırıp şerre dur demeye her zamankinden daha fazla
ihtiyacımız vardır.
Sözlerimizin sonunda gelin
hep birlikte Yüce Rabbimize el açıp şöyle dua edelim: Rabbimiz! Aziz
şehitlerimize lütfunla, kereminle, rahmetinle muamele eyle! Onları cennetinle
ve cemalinle müşerref eyle! Ailelerine sabır ve metanet ihsan eyle! Dinimizin,
devletimizin, milletimizin bekasını sarsacak her türlü dâhilî ve haricî
bedbahtlardan, bela ve musibetlerden bizleri muhafaza eyle! Huzurumuzu bozmaya,
vicdanımızı köreltmeye, birlik ve dirliğimizi sona erdirmeye çalışanlara
müsaade etme! Eli kalem tutacak çocukların ellerine silah veren vahşet
şebekelerini sen Kahhâr ism-i şerifinle kahr-u perişan eyle. Tuzaklarını
başlarına çevir. Fitne ateşiyle bizi tutuşturmak isteyenlere karşı yekvücut ve
tek bilek olmayı bizlere nasip eyle! Bütün acılara rağmen milletimizin hiçbir
ferdini haktan, hukuktan, adaletten, merhametten ayırma! Sana inanan bu necip
milletten yardım ve inayetini, kuvvet ve rahmetini esirgeme Allah’ım. Amin
ve’l-hamdü lillahi Rabb’i-âlemîn… (15.04.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet
Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder